28 Temmuz 2013 Pazar

Neler Değişti?


Telefonda ilk kez yazı yazıyorum ve bilgisayarda nasıl görünceği hakkında maalesef en ufak bir fikrim yok. Biliyorum, yine bu cuma için film yazmayı unuttum ve bir tane bile iyi mazeretim yoktu. Ancak ilerleyen zamanlarda daha çok film ve dizi eleştirisi yazacak, aynı zamanda da blogumun odak yönünü biraz daha değiştireceğim. Filmler yine olacak ancak daha yeni kategoriler eklemeyi planlıyorum. Tumblr'da bir anonim neden artık düşüncelerimi ve duygularımı aktaran yazılar yazmadığımı sormuştu. 


Her zamanki gibi anonimlerden gazı aldım ve blogu sadece film ve diziden çıkararak biraz daha kişiselleştirmeye karar verdim. Şimdi ise yazımın konusuna gelebiliriz. Bu yazıda Tumblr'da yazmayı bıraktığımdan beri hayatımda neler değiştiğini anlatacağım. Beni en son bıraktığınız yeri hatırlamak gerekirse umutları sönmüş, kendine önem vermeyen, o tek adamla geleceğe dair umudu olmayan bir Rachel Berry idim. Finn'siz bir Rachel olabilecek mi bilmiyorum ama umutsuz bir Rachel Berry olmadığımı biliyorum. Şimdi ise neler değişmiş bir göz atalım. 

                             

1. Senaryolara ara verdim. Tekrar başlamam lazım biliyorum ancak ilham denen olay bu aralar bana hiç uğramıyor. Geldiğinde ise son hız yazmaya devam edeceğim. 
2. Bazı insanlardan çok kolay vazgeçtim ancak bazılarından asla vazgeçemeyeceğimi gördüm. Belki gereksiz bir umut ama devam ediyoruz işte. 
3. Yeni bir hobi edindim. Hangi hobi olduğunu söylemem mümkün değil ancak sürekli devam etmeye çalışacağım bir hobim oldu. 
4. Makyaja korkunç derecede sardırdım. İşin komik tarafı ise makyaj yapmıyorum bile. Sanırım bundan sonra yapacağım. Hatta blogun kategorilerinden biri bile olabilir. 
5. Artık gerçekten hayallerimi gerçekleştirmek için çalışıyorum ancak bir türlü IELTS için çalışamıyorum. Beş gün sonra ise sınavım var. 

                                 

6. Bazı şeyleri zorla da olsa öğrendim ve gerçekten bir parça özgürlük kazandım sanırım. 
7. Elimdekilerle çalışmaya karar verdim, yenilerini edinmeye değil. 
8. İnsanları dinlemeye başladım, dinlemek istemiyorsam bile dinliyor gibi yaptım, ve kötü alışkanlıklarıma son verdim. Sigara gibi şeyler değil tabi ki de dedikodudan bahsediyorum. 
9. Daha düzgün beslenmeye sonunda başladım. 16 yaşımın ortasında başlamak biraz geç olmuş olabilir ancak zararın neresinden dönsek kardır. Artık kola içmiyorum, tadını bile unuttum. Daha sağlıklı besleniyorum. 
10. Maalesef kilo almışım. Normalde böyle şeylere korkunç derecede takıntılı değilim ama iki kilo alınca nevrim döndü. O kilolar gidecek arkadaş. 

                               


Bütün değişimim sadece on maddeye sığabildi sanırım. Belki daha çok değişmişimdir ancak artık düzene oturduğu için değişik gelmiyordur. Başka kategorilerde görüşmek üzere... Bu arada yazısını yazacağım dizi/film listesini bırakıyorum. Tabi yeniler de eklenecek. 

GoT 3. Sezon
My Fair Lady vs Pygmalion
Antonius İle Kleopatra (Oyun)
Doctor Who
DW: En Korkunç Bölümler
DW: En Eğlenceli Bölümler
Smash
Hannibal
Teen Wolf
Oz The Great And Powerful

Bilgisayarda çok rezil görünüyormuş. Editlemeye çalıştım ancak haliyle beceremedim.

20 Temmuz 2013 Cumartesi

NEVER TAKE OFF THE MASK: THE LONE RANGER


Bir cumartesiye blog yazısı yazarak başlamanın güzelliğini ilk kez tatmakla birlikte geçen cuma yazacağım dediğim The Lone Ranger’ı bu kadar gecikmeli yazdığım için kendime kızıyorum. Kısa da olsa fena olmayan bir tatilin sonrasında evime geldim ve IELTS sınavında hiçbir şey beceremeyeceğimi fark ettikten sonra bilgisayarın başına oturdum. Bütün yazım genel olarak bir hayal kırıklığı oldu ve bugün yazacağım film de şirketine büyük bir hayalkırıklığı getirdi. 250 milyon dolarlık film ilk haftasında sanırım sadece 30 milyon dolar getirince Disney ağlamaya başladı. Buradan Disney’e sesleniyorum: “Bu zamanda western film senin neyine?”

Evet, film western türünde. Trenler, mükemmel hedeflenmiş silahlar, kasabalar, kızılderililer ve genelevleriyle mükemmel bir western. Ancak film yapılırken biraz da düşünülmeliydi. Bu zamanda kim western sever? Ben değil. Hayatımda nefret ettiğim film türlerinden western sanırım en başta gelir ancak bu filmi her zamanki gibi Johnny Depp’in kaşının gözünün hatrına izledim. Sonuç mu? Beğendim. Ancak genel sonuca gelirsek herkes benim kadar Johnny Depp’e odaklanmıyor filmde. Sonunda eğlenip eğlenmediklerine bakıyorlar. Belki biraz gerçeklik, biraz da klişelerden uzaklaşma arıyorlar. Yine de filmi beğendiğim için iyi yönlerini yazacağım. Açıkçası kötü yön de bulamadım filmde. Bu kadar güzel bir film, günümüze kurban gitti sadece.

The Lone Ranger, John Reid isimli bir avukatın kasabasına dönmesiyle başlıyor. Kötü adamların tehdidi altındaki kasaba şartlarında ağabeyini kaybeden John, Tonto adlı bir kızılderiliyle tanışıyor. Adaletsiz dünyada adalet aramaya çalışan iki adam sonunda adaletin bir işe yaramadığına karar veriyor ve adaletsizlikle adalet getirmeye başlıyorlar. Bu arada bütün olaylar yaşlı Tonto’nun müzede bir çocuğa hikayesini anlatırken gözler önüne geliyor. Bir çeşit flashback diyebiliriz.


Bu filmi yazmaya kimle başlanır, diye sordum kendime. Aldığım cevap ise tabi ki başrolle oldu. Armie Hammer’ın canlandırdığı John Reid, tam bir doğrunun adamı olmasıyla bir esas adam. Ancak şöyle bir olayı var ki ağabeyinin karısına aşık. Ne kadar doğru bir adam olduğunuz buradan anlarız herhalde. Ağabeyinin intikamını almak ve adaleti topraklarına getirmek için savaşıyor. Ölüp de diriliyor sözde. Tonto ona “yanlış kardeş” anlamındaki “kemosabe” diyor. Başlarda geldiğine pişman oluyor belki ancak sonra uyum sağlıyor. Armie Hammer bu role çok iyi oturmuş ancak sanırım bu role sarı saçlı, ince, uzun herkes de oturabilirdi. Pek bir olayı yok çünkü John’un. Mesela Ryan Gosling de pekala John olabilirdi. Bu yüzden fazla büyütülecek bir karakter değil.


Seyirciyi asıl filme çeken kişi ise tabi ki de Johnny Depp. Tonto rolünde her zamanki gibi harika bir iş çıkarmış ancak sanırım Johnny Depp’in yüzleri tükenmeye başladı. Ne kadar farklı karakterleri canlandırabilir diye düşünmek artık insana baş ağrısı veriyor. Willy Wonka’dan Jack Sparrow’a kadar her rolü yaptı. Zaten genelde ironik rolleri alıyor. Filmde en çok dikkatimi çeken ise Tonto ve Jack Sparrow’un benzerliği oldu. Biri bozuk saate diğeri bozuk pusulaya bakıyor. Saçları neredeyse aynı. Daha ne diyeyim. Biraz farklı karakterlere yönelmedi artık Johnny. Komik ama aynı zamanda ciddi bir aktör. 


Şu dünyada Red rolüne kim uyar diye sorarsanız herkez size Helena Bonham Carter der. Helena hiçbir zaman aşırı öne çıkan rollerde olmadı ancak şöyle bir olay var ki, bir karaktere baktığınızda bu Helena’ya uygun mu değil mi hemen anlıyorsunuz. Kadının böyle bir ağırlığı varken filmde kötü bir iş çıkarması da zaten mümkün değil. Bu arada The Lone Ranger, Johnny ve Helena’nın içinde olduğu ancak Tim Burton’ın yönetmediği tek film. Filmi izlediğimde ise direk şunu düşündüm: Helena bu kadar güzel bir kadın mıydı? Genelde Tim Burton’ın filmlerinde bakımsız olduğu ve sonda hep öldüğü için dikkat edememiştim. 



Filmde ön planda olan ancak hiç umursamadığım üç karakter vardı: Latham Cole, Rebecca Reid ve Butch Cavendish. Söylemem lazım ki Ruth Wilson’dan hiç hoşlanmadım. Belki biraz Nicole Kidman havası vardı ancak kesinlikle bir Nicole Kidman değildi. Ne yaptığı bilinmez bir kadın olarak oradan oraya savruldu. Latham Cole rolündeki Tom Wilkinson ise iyi bir iş çıkarmıştı. Kötü adam olduğunu hep anlamıştım gerçi ama Butch’un kardeşi olduğuna inanamamıştım. Butch Cavendish ise Hannibal izleyen birinin midesini kaldırmaya yetecek kadar iğrençti.

Filmi izleyin derim. Güzel ve eğlenceli. Tren sahneleri tabi ki de çok etkileyici ve komik. İkinci bir film yapılacağını sanmıyorum çünkü gerçekten Disney küçük olsaydı belki de şu an batmıştı. Filmin günümüze kurban gitmesini cidden istemezdim ancak olan oldu. Umarım Armie Hammer ve Johnny Depp’i yine beraber görebiliriz çünkü gerçekten ekranda iyi bir çift olmuşlardı. 

"John Reid: If we ride together, we ride for justice.
Tonto: Justice is what I seek, Kemosabe."

11 Temmuz 2013 Perşembe

PHANTOM OF THE OPERA


Yazılarımı bir türlü cuma günlerine denk getiremediğimi biliyorum. Haftaya cuma da yazamayacağıma göre bugün iki film hakkında yazı yazayım dedim. Birincisi, favori müzikaller listemde ikinci yeri tutan Phantom Of The Opera. Diğerini ise bir sonraki yazımda öğreneceksiniz. Belki ikincisi bugüne yetişmez. Belki yazarım da yarın telefondan yayınlamaya çalışırım.


Andrew Lloyd Webber’ın müzik konusundaki dahiliğinden dolayı filmin içinize işleyen bir yönü var. Zaten filmi baya geç izlediğim için ve önceden müziklerini duyup izlediğim için Webber kesinlikle ilk konu olmayı hak ediyor. Bu arada Phantom Müzikali, Broadway’deki en büyük orkestraya sahip olan müzikal olmakta birlikte bu yıl yirmi beşinci yılını kutladı. Hiçbir zaman operaya karşı aşırı ilgi duymadım ancak filmi izledikten sonra bilemiyorum. Tek bildiğim bir şey var ki Phantom gerçekte var olsaydı, o kişi Andrew Lloyd Webber olurdu.


Filmden kısaca bahsedeyim. Christine isimli on altı yaşındaki kız operada bale eğitimi alarak büyümüş ancak çok da güzel bir sesi var. Sesinin bu kadar güzel olmasının nedeni ise operanın gizemli ve korkunç hayaletinden dersler alması. Bir gün Phantom, Christine’in karşısına çıkmaya karar veriyor ve onu mağarasına götürüyor. Phantom, kitapta gerçek adı Erik, Christine’e aşık ve içinde tam bir canavar. Christine’in sesi ona ilham verirken reddetmesi onu sinirlendiriyor. Christine Phantom’u belki bir süre için seviyor ama kalbi küçüklük aşkı Raoul’a ait. Sonunda Phantom’ın eline düşünce bir seçim yapmak zorunda kalıyor ve on altı yaşındaki biri için mantığın dibini vuruyor.


Oyunculara gelirsek… Gerard Butler’ın “This is SPARTA!” diye bağırmayı nereden öğrendiğini bulmuş oldum. O nasıl bir ses ya? Mükemmel olabilir mi, daha iyi bir Phantom olabilir mi? Aslında olabilir ve oldu ancak Butler da iyi bir iş çıkarmış. (Benim için en iyi Phantom’lar Michael Crawford ve Peter Jöback olmuştu.) Hatta iyinin ötesine geçmiş ve beni kendine aşık etmiş diye duydum. Size söylüyorum, PS I Love You’daki adam bu adam değil. Olamaz. Neden bu filmle hiç ödül almamış anlayamadım. Pis ödül-veren-insanlar-topluluğu.


Shameless izliyorsanız ve filmi de yeni görüyorsanız hazır olun. Emmy Rossum gerçekten on altı yaşında ve şarkı söylüyor. Kabul edeyim, bence en iyi Christine değil. Tabi bu oyunculuğundan kaynaklanmıyor. Şimdi eski Christine’lere bakınca sesleri daha güzel, yani Christine olayına tam oturuyorlar. Ancak Emmy Rossum’un sesini pek de kulağım almadı. (Kız on altı yaşında Gerard Butler’la öpüştü, sesi kötü olsa ne olur bundan sonra. Gerçi sesi de güzel yani sadece şarkılara pek olmamış.) Diğer bir yandan, bence Emmy Rossum en iyi Christine. Biliyorum, şu an kendimle çakıştım ancak oyunculuk açısından Christine Emmy Rossum’dur. Hem Christine’le aynı yaşta hem de hareketlerine çok iyi uymuş. Bu arada çok manyak bir fun-fact söyleyeyim: Christine’in makyajı Phantom’ın mağarasına girerken daha kadınsılaşıyor ve koyulaşıyor. Bunun nedeni ise olgunlaşması ve seksüel olayları keşfetmesi. Gerçi biraz garip bir olay ama filmi izleyince anlarsınız.


Raoul rolündeki Patrick Wilson’a gelirsek… Christine’le çocukluk arkadaşı olması için en az on altı yaşında olması gerekiyor ancak Patrick Wilson, otuz yaşındaydı. Gerçi biraz “Prince Charming” tipinde olduğu için çaktırmıyor. Deli gibi Phantom’cı olduğum için Raoul’a pek dikkat etmedim ki isminden de nefret ettim. Karakteri biraz daha derin olsaydı sevebilirdim onu. Son olarak değinmek istediğim biri varsa o da kesinlikle Carlotta rolündeki Minnie Driver’dır. O diva davranışlarını yerim senin diye bağıra bağıra izledim filmi. Şarkılarını kendi söylememiş ancak filmin sonunda Learn To Be Lonely adlı şarkıyı o söylemiş. Ayrıca Joel Schumacher yönetmenlik konusunda mükemmel bir iş çıkarmış. O avize sahnesi ve başlangıç mükemmel.

Film hakkında söyleyebileceğim tek şey ise izlemediyseniz mutlaka izleyin.


"Slowly, gently, night unfurls its splendour. Grasp it, sense it - tremulous and tender. Turn your face away from the garish light of day, turn your thoughts away from cold, unfeeling light - and listen to the music of the night!"

6 Temmuz 2013 Cumartesi

BITCHES, MAN: WARM BODIES


Her zamanki gibi hiçbir işimi zamanında yapmamamla birlikte Youtube’a da sardırdığıma göre benden yazı beklemeyin artık demek isterdim. Ancak zorla okuttuğum kişiler dışında blogumu okuyan olmadığına göre kafama esince yazıyorum. Bu arada eğer bu sefer odamı yenilemeyi başarabilirsem odam için yaptığım projelerden de bahsedeceğim çünkü kabul edelim, mükemmel bir el becerim var. (Çarpıldı.) Youtube’daki blogları gördükçe kendime dedim ki “Video çekecek kadar makyaj malzemen olmadığına göre kendi blogunda adam gibi filmlerin hakkında yaz.” Bu yüzden arkadaşımla çok uzun zaman gitmek istediğimiz ancak tam gideceğimiz gün vizyondan kalkan bir filmden bahsetmek istiyorum. Warm Bodies.


Warm Bodies zombiler hakkında ama bildiğimiz zombi filmlerinden biraz daha değişik. Beyin yeme olayları kesinlikle var ancak bu sefer zombiler tam olarak zombi değil. En azından bizim zombimiz R değil. Sadece baş harfini hatırlayabildiği için ismi R olan zombimiz Julie isimli bir kızın erkek arkadaşının beynini yiyince Julie’ye aşık oluyor ve onu korumaya başlıyor. Tabi onu korumak için yanına alıyor ve zombilerin mekanı olan havaalanına götürüyor. R, Julie’yi kendi uçağına yerleştiriyor ve onu uzun süre orada tutuyor. Tabi zaman içinde birbirlerine ısınıyorlar. Isınıyorlar derken R ciddi ciddi ısınıyor ve insan olmaya başlıyor.


 Filmin konusu güzel, kitabı da var. Ancak o kadar da oturaklı bir film olmamış bence. Hani film olarak bir ağırlığı yok. I Am Number Four gibi ortada kalmış bu da. R neredeyse hiç konuşamasa da iç sesleri çok iyi, komik ancak komik olmakla kalıyor. Film pasta olamamış sadece kreması olmuş dersem tam olur sanırım. Yani boş zamanda izlenecek bir film diyebiliriz. Bu arada müzikler çok güzeldi.


Oyunculara gelirsek Skins dizisinden tanıdığım ve dizide özellikle nefret ettiğim Nicholas Hoult, R’ı canlandırıyor. Skins’de her ne kadar nefret etsem de kabul etmeliyim ki R rolüne bu dünyada Nicholas’tan daha iyi oturacak biri yok. Gözleri zaten ölü gibi adamın o yüzden pek de zorlandığını sanmıyorum. Çok tatlı bir zombi olmuşsun Nicholas. Güzel Julie’ye gelirsek, tabi ki de Teresa Palmer canlandırıyor. Böyle “badass” kızları yaz yaz, sonra Teresa Palmer oynasın. Kızın eline silah yakışıyor valla ne diyeyim. Ay çok güzel bu kız daha fazla yazamayacağım.


Filmdeki baş düşmanlardan bahsetmeyeceğim çünkü o kadar da önemli bir rolleri yok. R ve Julie var sadece önemli olarak. Diğerleri ise aşık olmalarını sağlamış yardımcı karakterler gibi bir şey. Yönetmenlik açısından rahatsız edici bir şey yoktu diyebilirim ancak çünkü göze mükemmel olarak batacak bir şey de yoktu. Makyajlar çok iyiydi. Mekanlar da. Boş zamanınız varsa mutlaka izleyin derim çünkü boş zaman filmi olarak gerçekten güzel bir film.

"So much for dreaming. You can't be whatever you want. All I'll ever be is a slow, pale, hunched-over, dead-eyed zombie. What did I think was gonna happen? That she'd actually want to stay with me? It's hopeless. This is what I get for wanting more. I should just be happy with what I had. Things don't change. I need to accept that. It's easier not to feel. Then I wouldn't have to feel like this."