28 Temmuz 2013 Pazar

Neler Değişti?


Telefonda ilk kez yazı yazıyorum ve bilgisayarda nasıl görünceği hakkında maalesef en ufak bir fikrim yok. Biliyorum, yine bu cuma için film yazmayı unuttum ve bir tane bile iyi mazeretim yoktu. Ancak ilerleyen zamanlarda daha çok film ve dizi eleştirisi yazacak, aynı zamanda da blogumun odak yönünü biraz daha değiştireceğim. Filmler yine olacak ancak daha yeni kategoriler eklemeyi planlıyorum. Tumblr'da bir anonim neden artık düşüncelerimi ve duygularımı aktaran yazılar yazmadığımı sormuştu. 


Her zamanki gibi anonimlerden gazı aldım ve blogu sadece film ve diziden çıkararak biraz daha kişiselleştirmeye karar verdim. Şimdi ise yazımın konusuna gelebiliriz. Bu yazıda Tumblr'da yazmayı bıraktığımdan beri hayatımda neler değiştiğini anlatacağım. Beni en son bıraktığınız yeri hatırlamak gerekirse umutları sönmüş, kendine önem vermeyen, o tek adamla geleceğe dair umudu olmayan bir Rachel Berry idim. Finn'siz bir Rachel olabilecek mi bilmiyorum ama umutsuz bir Rachel Berry olmadığımı biliyorum. Şimdi ise neler değişmiş bir göz atalım. 

                             

1. Senaryolara ara verdim. Tekrar başlamam lazım biliyorum ancak ilham denen olay bu aralar bana hiç uğramıyor. Geldiğinde ise son hız yazmaya devam edeceğim. 
2. Bazı insanlardan çok kolay vazgeçtim ancak bazılarından asla vazgeçemeyeceğimi gördüm. Belki gereksiz bir umut ama devam ediyoruz işte. 
3. Yeni bir hobi edindim. Hangi hobi olduğunu söylemem mümkün değil ancak sürekli devam etmeye çalışacağım bir hobim oldu. 
4. Makyaja korkunç derecede sardırdım. İşin komik tarafı ise makyaj yapmıyorum bile. Sanırım bundan sonra yapacağım. Hatta blogun kategorilerinden biri bile olabilir. 
5. Artık gerçekten hayallerimi gerçekleştirmek için çalışıyorum ancak bir türlü IELTS için çalışamıyorum. Beş gün sonra ise sınavım var. 

                                 

6. Bazı şeyleri zorla da olsa öğrendim ve gerçekten bir parça özgürlük kazandım sanırım. 
7. Elimdekilerle çalışmaya karar verdim, yenilerini edinmeye değil. 
8. İnsanları dinlemeye başladım, dinlemek istemiyorsam bile dinliyor gibi yaptım, ve kötü alışkanlıklarıma son verdim. Sigara gibi şeyler değil tabi ki de dedikodudan bahsediyorum. 
9. Daha düzgün beslenmeye sonunda başladım. 16 yaşımın ortasında başlamak biraz geç olmuş olabilir ancak zararın neresinden dönsek kardır. Artık kola içmiyorum, tadını bile unuttum. Daha sağlıklı besleniyorum. 
10. Maalesef kilo almışım. Normalde böyle şeylere korkunç derecede takıntılı değilim ama iki kilo alınca nevrim döndü. O kilolar gidecek arkadaş. 

                               


Bütün değişimim sadece on maddeye sığabildi sanırım. Belki daha çok değişmişimdir ancak artık düzene oturduğu için değişik gelmiyordur. Başka kategorilerde görüşmek üzere... Bu arada yazısını yazacağım dizi/film listesini bırakıyorum. Tabi yeniler de eklenecek. 

GoT 3. Sezon
My Fair Lady vs Pygmalion
Antonius İle Kleopatra (Oyun)
Doctor Who
DW: En Korkunç Bölümler
DW: En Eğlenceli Bölümler
Smash
Hannibal
Teen Wolf
Oz The Great And Powerful

Bilgisayarda çok rezil görünüyormuş. Editlemeye çalıştım ancak haliyle beceremedim.

20 Temmuz 2013 Cumartesi

NEVER TAKE OFF THE MASK: THE LONE RANGER


Bir cumartesiye blog yazısı yazarak başlamanın güzelliğini ilk kez tatmakla birlikte geçen cuma yazacağım dediğim The Lone Ranger’ı bu kadar gecikmeli yazdığım için kendime kızıyorum. Kısa da olsa fena olmayan bir tatilin sonrasında evime geldim ve IELTS sınavında hiçbir şey beceremeyeceğimi fark ettikten sonra bilgisayarın başına oturdum. Bütün yazım genel olarak bir hayal kırıklığı oldu ve bugün yazacağım film de şirketine büyük bir hayalkırıklığı getirdi. 250 milyon dolarlık film ilk haftasında sanırım sadece 30 milyon dolar getirince Disney ağlamaya başladı. Buradan Disney’e sesleniyorum: “Bu zamanda western film senin neyine?”

Evet, film western türünde. Trenler, mükemmel hedeflenmiş silahlar, kasabalar, kızılderililer ve genelevleriyle mükemmel bir western. Ancak film yapılırken biraz da düşünülmeliydi. Bu zamanda kim western sever? Ben değil. Hayatımda nefret ettiğim film türlerinden western sanırım en başta gelir ancak bu filmi her zamanki gibi Johnny Depp’in kaşının gözünün hatrına izledim. Sonuç mu? Beğendim. Ancak genel sonuca gelirsek herkes benim kadar Johnny Depp’e odaklanmıyor filmde. Sonunda eğlenip eğlenmediklerine bakıyorlar. Belki biraz gerçeklik, biraz da klişelerden uzaklaşma arıyorlar. Yine de filmi beğendiğim için iyi yönlerini yazacağım. Açıkçası kötü yön de bulamadım filmde. Bu kadar güzel bir film, günümüze kurban gitti sadece.

The Lone Ranger, John Reid isimli bir avukatın kasabasına dönmesiyle başlıyor. Kötü adamların tehdidi altındaki kasaba şartlarında ağabeyini kaybeden John, Tonto adlı bir kızılderiliyle tanışıyor. Adaletsiz dünyada adalet aramaya çalışan iki adam sonunda adaletin bir işe yaramadığına karar veriyor ve adaletsizlikle adalet getirmeye başlıyorlar. Bu arada bütün olaylar yaşlı Tonto’nun müzede bir çocuğa hikayesini anlatırken gözler önüne geliyor. Bir çeşit flashback diyebiliriz.


Bu filmi yazmaya kimle başlanır, diye sordum kendime. Aldığım cevap ise tabi ki başrolle oldu. Armie Hammer’ın canlandırdığı John Reid, tam bir doğrunun adamı olmasıyla bir esas adam. Ancak şöyle bir olayı var ki ağabeyinin karısına aşık. Ne kadar doğru bir adam olduğunuz buradan anlarız herhalde. Ağabeyinin intikamını almak ve adaleti topraklarına getirmek için savaşıyor. Ölüp de diriliyor sözde. Tonto ona “yanlış kardeş” anlamındaki “kemosabe” diyor. Başlarda geldiğine pişman oluyor belki ancak sonra uyum sağlıyor. Armie Hammer bu role çok iyi oturmuş ancak sanırım bu role sarı saçlı, ince, uzun herkes de oturabilirdi. Pek bir olayı yok çünkü John’un. Mesela Ryan Gosling de pekala John olabilirdi. Bu yüzden fazla büyütülecek bir karakter değil.


Seyirciyi asıl filme çeken kişi ise tabi ki de Johnny Depp. Tonto rolünde her zamanki gibi harika bir iş çıkarmış ancak sanırım Johnny Depp’in yüzleri tükenmeye başladı. Ne kadar farklı karakterleri canlandırabilir diye düşünmek artık insana baş ağrısı veriyor. Willy Wonka’dan Jack Sparrow’a kadar her rolü yaptı. Zaten genelde ironik rolleri alıyor. Filmde en çok dikkatimi çeken ise Tonto ve Jack Sparrow’un benzerliği oldu. Biri bozuk saate diğeri bozuk pusulaya bakıyor. Saçları neredeyse aynı. Daha ne diyeyim. Biraz farklı karakterlere yönelmedi artık Johnny. Komik ama aynı zamanda ciddi bir aktör. 


Şu dünyada Red rolüne kim uyar diye sorarsanız herkez size Helena Bonham Carter der. Helena hiçbir zaman aşırı öne çıkan rollerde olmadı ancak şöyle bir olay var ki, bir karaktere baktığınızda bu Helena’ya uygun mu değil mi hemen anlıyorsunuz. Kadının böyle bir ağırlığı varken filmde kötü bir iş çıkarması da zaten mümkün değil. Bu arada The Lone Ranger, Johnny ve Helena’nın içinde olduğu ancak Tim Burton’ın yönetmediği tek film. Filmi izlediğimde ise direk şunu düşündüm: Helena bu kadar güzel bir kadın mıydı? Genelde Tim Burton’ın filmlerinde bakımsız olduğu ve sonda hep öldüğü için dikkat edememiştim. 



Filmde ön planda olan ancak hiç umursamadığım üç karakter vardı: Latham Cole, Rebecca Reid ve Butch Cavendish. Söylemem lazım ki Ruth Wilson’dan hiç hoşlanmadım. Belki biraz Nicole Kidman havası vardı ancak kesinlikle bir Nicole Kidman değildi. Ne yaptığı bilinmez bir kadın olarak oradan oraya savruldu. Latham Cole rolündeki Tom Wilkinson ise iyi bir iş çıkarmıştı. Kötü adam olduğunu hep anlamıştım gerçi ama Butch’un kardeşi olduğuna inanamamıştım. Butch Cavendish ise Hannibal izleyen birinin midesini kaldırmaya yetecek kadar iğrençti.

Filmi izleyin derim. Güzel ve eğlenceli. Tren sahneleri tabi ki de çok etkileyici ve komik. İkinci bir film yapılacağını sanmıyorum çünkü gerçekten Disney küçük olsaydı belki de şu an batmıştı. Filmin günümüze kurban gitmesini cidden istemezdim ancak olan oldu. Umarım Armie Hammer ve Johnny Depp’i yine beraber görebiliriz çünkü gerçekten ekranda iyi bir çift olmuşlardı. 

"John Reid: If we ride together, we ride for justice.
Tonto: Justice is what I seek, Kemosabe."

11 Temmuz 2013 Perşembe

PHANTOM OF THE OPERA


Yazılarımı bir türlü cuma günlerine denk getiremediğimi biliyorum. Haftaya cuma da yazamayacağıma göre bugün iki film hakkında yazı yazayım dedim. Birincisi, favori müzikaller listemde ikinci yeri tutan Phantom Of The Opera. Diğerini ise bir sonraki yazımda öğreneceksiniz. Belki ikincisi bugüne yetişmez. Belki yazarım da yarın telefondan yayınlamaya çalışırım.


Andrew Lloyd Webber’ın müzik konusundaki dahiliğinden dolayı filmin içinize işleyen bir yönü var. Zaten filmi baya geç izlediğim için ve önceden müziklerini duyup izlediğim için Webber kesinlikle ilk konu olmayı hak ediyor. Bu arada Phantom Müzikali, Broadway’deki en büyük orkestraya sahip olan müzikal olmakta birlikte bu yıl yirmi beşinci yılını kutladı. Hiçbir zaman operaya karşı aşırı ilgi duymadım ancak filmi izledikten sonra bilemiyorum. Tek bildiğim bir şey var ki Phantom gerçekte var olsaydı, o kişi Andrew Lloyd Webber olurdu.


Filmden kısaca bahsedeyim. Christine isimli on altı yaşındaki kız operada bale eğitimi alarak büyümüş ancak çok da güzel bir sesi var. Sesinin bu kadar güzel olmasının nedeni ise operanın gizemli ve korkunç hayaletinden dersler alması. Bir gün Phantom, Christine’in karşısına çıkmaya karar veriyor ve onu mağarasına götürüyor. Phantom, kitapta gerçek adı Erik, Christine’e aşık ve içinde tam bir canavar. Christine’in sesi ona ilham verirken reddetmesi onu sinirlendiriyor. Christine Phantom’u belki bir süre için seviyor ama kalbi küçüklük aşkı Raoul’a ait. Sonunda Phantom’ın eline düşünce bir seçim yapmak zorunda kalıyor ve on altı yaşındaki biri için mantığın dibini vuruyor.


Oyunculara gelirsek… Gerard Butler’ın “This is SPARTA!” diye bağırmayı nereden öğrendiğini bulmuş oldum. O nasıl bir ses ya? Mükemmel olabilir mi, daha iyi bir Phantom olabilir mi? Aslında olabilir ve oldu ancak Butler da iyi bir iş çıkarmış. (Benim için en iyi Phantom’lar Michael Crawford ve Peter Jöback olmuştu.) Hatta iyinin ötesine geçmiş ve beni kendine aşık etmiş diye duydum. Size söylüyorum, PS I Love You’daki adam bu adam değil. Olamaz. Neden bu filmle hiç ödül almamış anlayamadım. Pis ödül-veren-insanlar-topluluğu.


Shameless izliyorsanız ve filmi de yeni görüyorsanız hazır olun. Emmy Rossum gerçekten on altı yaşında ve şarkı söylüyor. Kabul edeyim, bence en iyi Christine değil. Tabi bu oyunculuğundan kaynaklanmıyor. Şimdi eski Christine’lere bakınca sesleri daha güzel, yani Christine olayına tam oturuyorlar. Ancak Emmy Rossum’un sesini pek de kulağım almadı. (Kız on altı yaşında Gerard Butler’la öpüştü, sesi kötü olsa ne olur bundan sonra. Gerçi sesi de güzel yani sadece şarkılara pek olmamış.) Diğer bir yandan, bence Emmy Rossum en iyi Christine. Biliyorum, şu an kendimle çakıştım ancak oyunculuk açısından Christine Emmy Rossum’dur. Hem Christine’le aynı yaşta hem de hareketlerine çok iyi uymuş. Bu arada çok manyak bir fun-fact söyleyeyim: Christine’in makyajı Phantom’ın mağarasına girerken daha kadınsılaşıyor ve koyulaşıyor. Bunun nedeni ise olgunlaşması ve seksüel olayları keşfetmesi. Gerçi biraz garip bir olay ama filmi izleyince anlarsınız.


Raoul rolündeki Patrick Wilson’a gelirsek… Christine’le çocukluk arkadaşı olması için en az on altı yaşında olması gerekiyor ancak Patrick Wilson, otuz yaşındaydı. Gerçi biraz “Prince Charming” tipinde olduğu için çaktırmıyor. Deli gibi Phantom’cı olduğum için Raoul’a pek dikkat etmedim ki isminden de nefret ettim. Karakteri biraz daha derin olsaydı sevebilirdim onu. Son olarak değinmek istediğim biri varsa o da kesinlikle Carlotta rolündeki Minnie Driver’dır. O diva davranışlarını yerim senin diye bağıra bağıra izledim filmi. Şarkılarını kendi söylememiş ancak filmin sonunda Learn To Be Lonely adlı şarkıyı o söylemiş. Ayrıca Joel Schumacher yönetmenlik konusunda mükemmel bir iş çıkarmış. O avize sahnesi ve başlangıç mükemmel.

Film hakkında söyleyebileceğim tek şey ise izlemediyseniz mutlaka izleyin.


"Slowly, gently, night unfurls its splendour. Grasp it, sense it - tremulous and tender. Turn your face away from the garish light of day, turn your thoughts away from cold, unfeeling light - and listen to the music of the night!"

6 Temmuz 2013 Cumartesi

BITCHES, MAN: WARM BODIES


Her zamanki gibi hiçbir işimi zamanında yapmamamla birlikte Youtube’a da sardırdığıma göre benden yazı beklemeyin artık demek isterdim. Ancak zorla okuttuğum kişiler dışında blogumu okuyan olmadığına göre kafama esince yazıyorum. Bu arada eğer bu sefer odamı yenilemeyi başarabilirsem odam için yaptığım projelerden de bahsedeceğim çünkü kabul edelim, mükemmel bir el becerim var. (Çarpıldı.) Youtube’daki blogları gördükçe kendime dedim ki “Video çekecek kadar makyaj malzemen olmadığına göre kendi blogunda adam gibi filmlerin hakkında yaz.” Bu yüzden arkadaşımla çok uzun zaman gitmek istediğimiz ancak tam gideceğimiz gün vizyondan kalkan bir filmden bahsetmek istiyorum. Warm Bodies.


Warm Bodies zombiler hakkında ama bildiğimiz zombi filmlerinden biraz daha değişik. Beyin yeme olayları kesinlikle var ancak bu sefer zombiler tam olarak zombi değil. En azından bizim zombimiz R değil. Sadece baş harfini hatırlayabildiği için ismi R olan zombimiz Julie isimli bir kızın erkek arkadaşının beynini yiyince Julie’ye aşık oluyor ve onu korumaya başlıyor. Tabi onu korumak için yanına alıyor ve zombilerin mekanı olan havaalanına götürüyor. R, Julie’yi kendi uçağına yerleştiriyor ve onu uzun süre orada tutuyor. Tabi zaman içinde birbirlerine ısınıyorlar. Isınıyorlar derken R ciddi ciddi ısınıyor ve insan olmaya başlıyor.


 Filmin konusu güzel, kitabı da var. Ancak o kadar da oturaklı bir film olmamış bence. Hani film olarak bir ağırlığı yok. I Am Number Four gibi ortada kalmış bu da. R neredeyse hiç konuşamasa da iç sesleri çok iyi, komik ancak komik olmakla kalıyor. Film pasta olamamış sadece kreması olmuş dersem tam olur sanırım. Yani boş zamanda izlenecek bir film diyebiliriz. Bu arada müzikler çok güzeldi.


Oyunculara gelirsek Skins dizisinden tanıdığım ve dizide özellikle nefret ettiğim Nicholas Hoult, R’ı canlandırıyor. Skins’de her ne kadar nefret etsem de kabul etmeliyim ki R rolüne bu dünyada Nicholas’tan daha iyi oturacak biri yok. Gözleri zaten ölü gibi adamın o yüzden pek de zorlandığını sanmıyorum. Çok tatlı bir zombi olmuşsun Nicholas. Güzel Julie’ye gelirsek, tabi ki de Teresa Palmer canlandırıyor. Böyle “badass” kızları yaz yaz, sonra Teresa Palmer oynasın. Kızın eline silah yakışıyor valla ne diyeyim. Ay çok güzel bu kız daha fazla yazamayacağım.


Filmdeki baş düşmanlardan bahsetmeyeceğim çünkü o kadar da önemli bir rolleri yok. R ve Julie var sadece önemli olarak. Diğerleri ise aşık olmalarını sağlamış yardımcı karakterler gibi bir şey. Yönetmenlik açısından rahatsız edici bir şey yoktu diyebilirim ancak çünkü göze mükemmel olarak batacak bir şey de yoktu. Makyajlar çok iyiydi. Mekanlar da. Boş zamanınız varsa mutlaka izleyin derim çünkü boş zaman filmi olarak gerçekten güzel bir film.

"So much for dreaming. You can't be whatever you want. All I'll ever be is a slow, pale, hunched-over, dead-eyed zombie. What did I think was gonna happen? That she'd actually want to stay with me? It's hopeless. This is what I get for wanting more. I should just be happy with what I had. Things don't change. I need to accept that. It's easier not to feel. Then I wouldn't have to feel like this."

24 Haziran 2013 Pazartesi

KIRMIZIYI İÇİNE GİYMEYİ ÖĞRENEN ADAM: MAN OF STEEL


Bugün işimi son ana değil de önceden yapıp bitirmek istiyorum. Ayrıca uzun zamandır da yeni çıkan bir film hakkında yazı yazmamıştım. Bugünkü Forever New rezilliğinden sonra sinirimi atmak için Man Of Steel filmini izledim. Adam gibi bir blogum olsun bu sefer dedim de hemen filmden gelince yazmaya karar verdim.

Man Of Steel hakkında ne desem tam olarak bilemiyorum. Ne beklemiştim, tam olarak bilmiyorum çünkü hiçbir zaman Superman olayını sevmemiştim. Ben Batman’i severek büyüdüm ve sonradan da Marvel kahramanlarını daha çok sevdim. Superman’in kırmızı don olayından nefret ediyordum ki Allaha şükür o iğrenç şeyi bu sefer içine giymişti. Bu kesinlikle bir artıydı. Eğer Henry Cavill’e kırmızı don giydirselerdi başta gitmezdim zaten o filme.


Film inanılmaz derecede uzun geldi. Flashback olaylarını sevmedim ancak yazarların da başka şansı olmadığını biliyordum. Eğer anıları normal yaşanıyor gibi yapsalardı Clark anca birinci yarının sonunda kıyafetini giymiş olurdu. Ancak yine de çok uzun geldi film. Ayrıca savaş, dövüş, kırma, vurma sahneleri bıktırdı. İlk kavgadan sonra film bitseydi çok kötü olurdu. Hadi ikinci kavga oldu, tamam bu sefer oldu dedim. Ancak üçüncü de gelince dedim ki yeter artık. Bir kere gökdelenleri kırdınız, yıktınız ama ikincisi de yeter. Üçüncüsü zaten yeter. Birinin yazısında okumuştum, bu kadar çok savaş sahnesi olmasını yönetmen Zack Snyder’a bağlamıştı. Haklı olabilir.

Şimdi Henry Cavill’imize gelelim. Superman’den cidden nefret ederim ancak bu filme sırf onu görmek için gittim. Şimdi dürüst davranalım yani, adam yakışıklı. Adam ölümüne yakışıklı hatta. Yakışıklının dibi. Zaten tipi tam bir Superman’di, Superman de oldu rahatladı zaten. Aslında filmde oyunculuklar hakkında pek bir şey söyleyemeyeceğim çünkü zaten filme seyirciyi çeken görsel efektler. Oyuncular kötü olsaydı bile arada kaynardı bence ancak bu filmde oyuncular kesinlikle kötü değildi. Kostüm Henry’ye aşırı yakışmıştı ve bence bu kostüm diğer Superman köstümlerinin en iyisiydi. Son zamanların en gözde kahraman kıyafetleri zaten aynı bunun gibi. Mesela Spiderman de öyle bir kostüm giyiyor. Böyle deri gibi bir şey ancak delikli gibi ve göz alıcı şekilde renkleri parlamıyor.


Amy Adams nedense kafamda hep prenses olarak kalıyor Enchanted yüzünden. Zaten prenses olmaya çok uygun bir tipi var, kafamda da iyice oturmuştu. Ancak bu filmde Lois Lane olarak kafamdaki ön yargıyı yıktı. Yine de her filmde olduğu gibi kahramanın kız arkadaşı olayından çıkamadı. Hiçbir zaman da kimsenin çıkacağını sanmıyorum bu rolden. Zaten öpüşsünler diye bütün film bekledim açıkçası. “Yi beni Henry.”

Kötü adam Zod rolündeki Michael Shannon’ı daha önceden Runaways’de izlemişim ancak hatırlamıyorum. General Zod’un pek bir olayı yoktu ya. Klasik hikayeler falandı ancak kendine gıcık ettirmeyi iyi başardı. Pek bir şerefsizdi o ya. Jor-El rolündeki Russell Crowe’a gelirsek… Benim Javert’im Superman’in babası mı olmuş hallerindeydim. Adam konuştukça şarkı söyleyişini hatırladım ancak Russell Crowe her zaman Russell Crowe’dur ve farkını hissettirir. Son olarak Hannibal’da Jack rolündeki Laurence Fishburne’den bahsetmek istiyorum. Sonunda o gerizekalı sakalımsı şeyini kesmiş ve bu filmde daha düzgün bir sakalla karşımıza çıktı. Man Of Steel’in devamı olursa onu yine göreceğimiz kesin.


Man Of Steel elbette ki klasik bir hikayeden öne geçemiyor ancak benim ki süper kahramanlara deliyseniz ve New York’un her filmde yıkılışını görmek istiyorsanız izleyin derim. Kesinlikle bir zaman kaybı değil ve Henry Cavill. İnsan mı bu adam ya? Neyse, kendimi kaybetmeden yazıyı bitireyim ve Tumblr’dan Henry Cavill fotoğrafları bulayım kendime en iyisi. İyi akşamlar. 

22 Haziran 2013 Cumartesi

TED


Bugün oturmuş diyordum ki ben daha bloguma yazı yazmadım, hazır cuma bitmemişken yazayım… Ancak işsizliğimden başımı alıp bir baktım ki bugün cumartesiymiş, hatta pazara çok az zaman kalmış. Yazımı adam gibi programlı geçireceğim demiştim ancak şu ana kadar kayda değer bir şey yaptığım olmadı. Olmayacak gibi de. Her neyse, bugün Ted isimli aşırı ünlü olmuş filmden bahsedeceğim.

Oyuncak ayı demişken aklınıza tatlı şeyler geliyor olabilir ancak sizi temin etmeliyim ki Ted sadece tatlı değil. Biraz sapık akıllı belki, biraz da uyuşturucu kullanıyor. Ancak en önemlisi o sadece bir oyuncak değil, o canlı bir oyuncak. Küçük John Bennett’in yılbaşı dileğiyle canlanan Ted, John’un en iyi arkadaşı haline geliyor. Aynı zamanda bir süre ünlü oluyor ki filmin bu özelliğini sevdim. Genelde filmlerde bütün bir kasaba uçsa bile insanlar fark etmiyor ancak Ted’de böyle bir saçmalık yok en azından. Gerçi oyuncak ayının canlanmasına ne kadar mantıklı diyebilirsiniz ama orası ayrı.

John Bennett’i Mark Wahlberg canlandırıyor. John büyürken Ted de büyüyor ancak bir süre sonra John’u kötü alışkanlıklara çeken kişi Ted oluyor. John sonunda kız arkadaşı için değişmeye karar vermişken Ted onu sürekli engelliyor, istemeden olsa bile. John belki de bu hikayenin sonunda büyümeyi öğreniyor ve kız arkadaşının beklentilerine ayak uydurabiliyor. “Bros before hoes.” durumu yaşıyor ancak filmin sonunda bunu dengeleyebiliyor. Zaten bütün film de bunun üzerinden gidiyor.

John’un kız arkadaşını Mila Kunis’ten başkası canlandırmıyor tabi ki de. Hayatımda unutmayacağım şeylerden biri kesinlike Mila Kunis’in “There is a shit on my floor.” diye bağırmasıdır. Her zamanki mükemmeliğiyle yine bir kız arkadaş rolündeydi. Mila Kunis’in her filmini izledim diyemem ancak şu ana kadar izlediklerimden sadece birinde birinin kız arkadaşı değildi, o film de Black Swan’dı. Gerçi bununla bir sorunum yok da söyleyeyim istedim.

Filme adını veren karakteri ise Seth MacFarlane seslendiriyor. MacFarlane hem senaryoyu yazmış hem de yönetmiş. Karakterin üzerinden pek gitmek istemiyorum burada, o yüzden senaryo üzerinden gitmek daha iyi olur. Herkes Ted için mükemmel, çok komik diyordu ancak şöyle bir olay var: Film çok komik falan değil. Normal bir film. Güldürüyor ancak üzemiyor çünkü Ted’le o kadar derin bir ilişki asla kurulmuyor. Mila Kunis’in karakteri Lori “rahatsız edici ve kankaların arasına giren kız” rolünden çıkmaya çalışıyor ancak rahatsız edici ve kankaların arasına giren kız olarak kalıyor. John’a gelirsek… John her şeyi düzeltmeye çalışırken daha rezil eden karakter oluyor.

Peki Ted bir film olarak olmuş mu? Olmuş. Hollywood’un bütün beklentilerini eksiksiz olarak karşılıyor, ağzım açık izlediğim New York’da geçiyor ancak o kadar da tatmin edici bir film değil. Bu arada küçük çocuklar için uygun olmadığını belirteyim. Yine de izlenir mi? Boş zamanlarda izlenir, tıpkı benim yaptığım gibi. Bu arada Ted’i Oscar Ödül Töreni’nde sunucu olarak kullandılar ve bunun için baya uğraştılar. Ortaya çıkan görüntü ise gerçekten güzeldi.


"No matter how big a splash you make in this world whether you're Corey Feldman, Frankie Muniz, Justin Bieber or a talking teddy bear, eventually, nobody gives a shit."

14 Haziran 2013 Cuma

DOCTOR WHO: EN İYİ YOLDAŞLAR

Önceden başladığım ancak sonrasında bırakıp pişman olduğum ve yeniden başlayıp sonuna kadar izlediğim tek dizi Doctor Who’dur. Tabi o zamanlar küçüktüm ve açıkçası hiç hoşuma gitmiyordu ancak şimdi tekrar izledim ve hayatımın en önemli olayları arasında girdi Doctor Who. Daha Doctor Who hakkında çok şey yazacağım ancak bugünkü yazımda Doktor ve yol arkadaşlarını anlatmak istiyorum. Tabi ki de bir liste şeklinde ve en az sevdiklerimden yukarı doğru gidiyor.

10. Mickey Smith ve 10


Mickey karakterini hiçbir zaman sevmemiştim çünkü bildiğin bir apaçiydi. Hatta Rose’un başta onunla nasıl çıktığına bile inanamıyordum. Ancak Doktor hayatlarına girdiğinde Mickey daha da nefret edilesi biri olup çıktı. Rose’u kıskanmalar da sürekli söylenmeler de… Bildiğiniz huysuzun teki oldu çıktı. Tabi her şey bittiğinde paralel evrenden geri dönüp Doktor’a da yardım etmeyi bildi. Mickey’den nefret etmiyorum, orası kesin ancak favori yol arkadaşım da değildi.

9. Martha Jones ve 10


Martha’yı ta dokuz numaraya koymamın sebebi onu sevmemem değil, başkalarını ondan çok sevmemdi. Martha gerçekten zekiydi, komikti ancak Doktor için sadece bir geçiş dönemiydi. Rose’la yaşadıklarını tekrar etmek istemişti bence. Ayrıca Doktor’un depresyon dönemlerine geldiği için Doktor da ciddiydi ve asla mutlu olabildiklerini sanmıyorum. Martha’nın da doktora olan platonik aşkı acı vermekten başka bir işe yaramıyordu ve kızı gördükçe üzülüyordum. Sonradan UNIT’e girdi tabi de rahat etti. Ancak Doktor’u herkese aynı şeyi düşündürerek kurtarması biraz saçma olmakla birlikte mükemmel bir hareketti.

8. Jack Harkness ve 10


Kaptan Jack Harkness hakkında çok fazla bir şey söyleyemeyeceğim çünkü Doktor’la o kadar da çok gezmedi. Yakışıklılığı ve egosuyla bilinen Jack’i herkes ölü sansa da Rose fark etmeden onu ölümsüz yapmıştı ve göründüğü son bölümde de Face Of Boe olduğu ortaya çıkmıştı. Dizinin en şaşırtıcı anlarından biri olmuştu tabi ki de Jack’in Face Of Boe olması. Şimdi ise Torchwood isimli spin-offda yer alıyor.

7. Clara Oswin Oswald ve 11


Clara’yı sevdim. Dik başlı ve akıllı olmasını ancak bir türlü alışamadım. River’ın gitmiş olduğunu bilirken Doktor’un karşısına çıkması ve sürekli çıkması güzel oldu ancak Clara ve 11’in gittiği yön bence iyi değil. Sevgili asla olmamalılar zaten Matt diziden ayrıldığına göre olamazlar. Ancak Clara’ya bir türlü ısınamıyorum. Minicik falan ama… Olmayınca olmuyor. Yine de onu buraya koydum çünkü karakteri daha gelişebilir ve kendini Doktor’un zaman bilmem nesine attı onu kurtarmak için. Yine de Doktor için tek “impossible girl”ün River olması gerektiğine inanıyorum.

6. Rory Williams ve 11


The Roman Guy Rory demek istiyorum. Rory, Doktor’la pek yalnız kalmasa da bence en iyi erkek yoldaşlardan biriydi. Doktor’a sürekli laf çarpması, Amy’ye olan aşkıyla Rory belki de en sevdiğim karakterlerden biri. Sonunda da efsaneleşti zaten Amy’yi iki bin yıl bekleyince. Mickey gibi kıskanç biri değildi, tabi ki de Amy’yi kıskanıyordu ve bazen gerçekten de bunaltıcı oluyordu ancak Rose’un aksine Amy hep Rory’yi seçtiği için insanı nefret ettirmiyordu.

5. Craig Owens ve 11


Craig sanırım Doktor’un en kısa süreli yoldaşlarından biri. Öncelikle Doktor’la ev arkadaşı olmuştu ki Doktor’un en normal halleriydi onlar, sonra da çocuğu olduktan sonra Doktor’la bir maceraya atılmıştı. Craig, Doktor’u en kolay anlayanlardan biriydi çünkü Doktor ona kafa atmıştı, yani düşünce akışı gibi bir şey yapmıştı. Craig’in olduğu bölümleri çok seviyorum ve umarım karşımıza ileriki bölümlerde de çıkar. Gerçi artık 11 olmayacağı için çıksa ne olur çıkmasa ne olur diye düşünmeden edemiyorum.

4. Donna Noble ve 10


Donna… Doktor’un en depresif zamanlarına denk gelmişti çünkü David’in diziden ayrılması ve Doktor’un rejenerasyon gerçime zamanıydı. Doktor ne zaman değişecek olsa her şey daha karanlıklaşıyordu ve Donna bu zamanlarda bile diziyi bir komediye göre çevirdi. Doktor’la yatmaya ya da sevgili olmaya çalışmayan tek kadın yoldaştı ancak sonunda da zaten bütün hafızası silindi. En son Doktor Donna olmuştu ancak onun eski, sıkıcı yaşamına dönmesini izlemek acı vericiydi.

3. Amy Pond ve 11


Amy’yi niye bu kadar başa aldığımı uzun süre düşünmem gerekti ancak sonradan fark ettim ki Amy, Doktor’un en karanlık sırlarını açığa çıkaran bir karakter. Gerçekten gizlediği şeyleri demiyorum, gerçekten karakterinin karanlık olan yönlerini diyorum. Amy hayatı boyunca tam anlamıyla Doktor’laydı ve birbirlerinin en iyi arkadaşı olmuşlardı. Gerçi Amy onunla bir ara yatmaya çalışmıştı ancak olsun… Onları geçebiliriz tabi.

2. Rose Tyler ve 10


River’ı mı öne koysam Rose’u mu öne koysam diye düşündüm durdum ancak Rose Tyler bile River Song efsanesini geçemez. Rose’la 10 ölesiye yakışıyordu ya. Hala içimde bir yara olarak kaldı ve Rose olan bölümleri izledikçe ağlayasım geliyor. Allah belanı versin Doomsday demek istiyorum. Rose mükemmeldi yaa. Rose yani. Bacımız gibi bir olaydı. Onlar birlikte olsun, evlensinler diye öyle bir bekledim ki.

1. River Song ve 11


Her ne kadar bazen River’ın 11 için çok yaşlı olduğunu düşünsem de kadın ne zaman “Hello sweetie.” dese eriyorum. İki insan o kadar mı mükemmel olur ya. O flörtleri, o davranışları… Allahım yerim. River ve 11 gittiği için o kadar üzgünüm ki! Bildiğiniz eş gibilerdi ya. TARDIS’i falan birlikte temizliyorlardı, birlikte kullanıyorlardı. Hatırladıkça mutlu oluyorum. Ancak keşke River ve Doktor’un bir geleceği olsaydı. Bu arada evlendiler de ne oldu? Al, bak. Ay ay.