20 Temmuz 2013 Cumartesi

NEVER TAKE OFF THE MASK: THE LONE RANGER


Bir cumartesiye blog yazısı yazarak başlamanın güzelliğini ilk kez tatmakla birlikte geçen cuma yazacağım dediğim The Lone Ranger’ı bu kadar gecikmeli yazdığım için kendime kızıyorum. Kısa da olsa fena olmayan bir tatilin sonrasında evime geldim ve IELTS sınavında hiçbir şey beceremeyeceğimi fark ettikten sonra bilgisayarın başına oturdum. Bütün yazım genel olarak bir hayal kırıklığı oldu ve bugün yazacağım film de şirketine büyük bir hayalkırıklığı getirdi. 250 milyon dolarlık film ilk haftasında sanırım sadece 30 milyon dolar getirince Disney ağlamaya başladı. Buradan Disney’e sesleniyorum: “Bu zamanda western film senin neyine?”

Evet, film western türünde. Trenler, mükemmel hedeflenmiş silahlar, kasabalar, kızılderililer ve genelevleriyle mükemmel bir western. Ancak film yapılırken biraz da düşünülmeliydi. Bu zamanda kim western sever? Ben değil. Hayatımda nefret ettiğim film türlerinden western sanırım en başta gelir ancak bu filmi her zamanki gibi Johnny Depp’in kaşının gözünün hatrına izledim. Sonuç mu? Beğendim. Ancak genel sonuca gelirsek herkes benim kadar Johnny Depp’e odaklanmıyor filmde. Sonunda eğlenip eğlenmediklerine bakıyorlar. Belki biraz gerçeklik, biraz da klişelerden uzaklaşma arıyorlar. Yine de filmi beğendiğim için iyi yönlerini yazacağım. Açıkçası kötü yön de bulamadım filmde. Bu kadar güzel bir film, günümüze kurban gitti sadece.

The Lone Ranger, John Reid isimli bir avukatın kasabasına dönmesiyle başlıyor. Kötü adamların tehdidi altındaki kasaba şartlarında ağabeyini kaybeden John, Tonto adlı bir kızılderiliyle tanışıyor. Adaletsiz dünyada adalet aramaya çalışan iki adam sonunda adaletin bir işe yaramadığına karar veriyor ve adaletsizlikle adalet getirmeye başlıyorlar. Bu arada bütün olaylar yaşlı Tonto’nun müzede bir çocuğa hikayesini anlatırken gözler önüne geliyor. Bir çeşit flashback diyebiliriz.


Bu filmi yazmaya kimle başlanır, diye sordum kendime. Aldığım cevap ise tabi ki başrolle oldu. Armie Hammer’ın canlandırdığı John Reid, tam bir doğrunun adamı olmasıyla bir esas adam. Ancak şöyle bir olayı var ki ağabeyinin karısına aşık. Ne kadar doğru bir adam olduğunuz buradan anlarız herhalde. Ağabeyinin intikamını almak ve adaleti topraklarına getirmek için savaşıyor. Ölüp de diriliyor sözde. Tonto ona “yanlış kardeş” anlamındaki “kemosabe” diyor. Başlarda geldiğine pişman oluyor belki ancak sonra uyum sağlıyor. Armie Hammer bu role çok iyi oturmuş ancak sanırım bu role sarı saçlı, ince, uzun herkes de oturabilirdi. Pek bir olayı yok çünkü John’un. Mesela Ryan Gosling de pekala John olabilirdi. Bu yüzden fazla büyütülecek bir karakter değil.


Seyirciyi asıl filme çeken kişi ise tabi ki de Johnny Depp. Tonto rolünde her zamanki gibi harika bir iş çıkarmış ancak sanırım Johnny Depp’in yüzleri tükenmeye başladı. Ne kadar farklı karakterleri canlandırabilir diye düşünmek artık insana baş ağrısı veriyor. Willy Wonka’dan Jack Sparrow’a kadar her rolü yaptı. Zaten genelde ironik rolleri alıyor. Filmde en çok dikkatimi çeken ise Tonto ve Jack Sparrow’un benzerliği oldu. Biri bozuk saate diğeri bozuk pusulaya bakıyor. Saçları neredeyse aynı. Daha ne diyeyim. Biraz farklı karakterlere yönelmedi artık Johnny. Komik ama aynı zamanda ciddi bir aktör. 


Şu dünyada Red rolüne kim uyar diye sorarsanız herkez size Helena Bonham Carter der. Helena hiçbir zaman aşırı öne çıkan rollerde olmadı ancak şöyle bir olay var ki, bir karaktere baktığınızda bu Helena’ya uygun mu değil mi hemen anlıyorsunuz. Kadının böyle bir ağırlığı varken filmde kötü bir iş çıkarması da zaten mümkün değil. Bu arada The Lone Ranger, Johnny ve Helena’nın içinde olduğu ancak Tim Burton’ın yönetmediği tek film. Filmi izlediğimde ise direk şunu düşündüm: Helena bu kadar güzel bir kadın mıydı? Genelde Tim Burton’ın filmlerinde bakımsız olduğu ve sonda hep öldüğü için dikkat edememiştim. 



Filmde ön planda olan ancak hiç umursamadığım üç karakter vardı: Latham Cole, Rebecca Reid ve Butch Cavendish. Söylemem lazım ki Ruth Wilson’dan hiç hoşlanmadım. Belki biraz Nicole Kidman havası vardı ancak kesinlikle bir Nicole Kidman değildi. Ne yaptığı bilinmez bir kadın olarak oradan oraya savruldu. Latham Cole rolündeki Tom Wilkinson ise iyi bir iş çıkarmıştı. Kötü adam olduğunu hep anlamıştım gerçi ama Butch’un kardeşi olduğuna inanamamıştım. Butch Cavendish ise Hannibal izleyen birinin midesini kaldırmaya yetecek kadar iğrençti.

Filmi izleyin derim. Güzel ve eğlenceli. Tren sahneleri tabi ki de çok etkileyici ve komik. İkinci bir film yapılacağını sanmıyorum çünkü gerçekten Disney küçük olsaydı belki de şu an batmıştı. Filmin günümüze kurban gitmesini cidden istemezdim ancak olan oldu. Umarım Armie Hammer ve Johnny Depp’i yine beraber görebiliriz çünkü gerçekten ekranda iyi bir çift olmuşlardı. 

"John Reid: If we ride together, we ride for justice.
Tonto: Justice is what I seek, Kemosabe."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder