28 Temmuz 2013 Pazar

Neler Değişti?


Telefonda ilk kez yazı yazıyorum ve bilgisayarda nasıl görünceği hakkında maalesef en ufak bir fikrim yok. Biliyorum, yine bu cuma için film yazmayı unuttum ve bir tane bile iyi mazeretim yoktu. Ancak ilerleyen zamanlarda daha çok film ve dizi eleştirisi yazacak, aynı zamanda da blogumun odak yönünü biraz daha değiştireceğim. Filmler yine olacak ancak daha yeni kategoriler eklemeyi planlıyorum. Tumblr'da bir anonim neden artık düşüncelerimi ve duygularımı aktaran yazılar yazmadığımı sormuştu. 


Her zamanki gibi anonimlerden gazı aldım ve blogu sadece film ve diziden çıkararak biraz daha kişiselleştirmeye karar verdim. Şimdi ise yazımın konusuna gelebiliriz. Bu yazıda Tumblr'da yazmayı bıraktığımdan beri hayatımda neler değiştiğini anlatacağım. Beni en son bıraktığınız yeri hatırlamak gerekirse umutları sönmüş, kendine önem vermeyen, o tek adamla geleceğe dair umudu olmayan bir Rachel Berry idim. Finn'siz bir Rachel olabilecek mi bilmiyorum ama umutsuz bir Rachel Berry olmadığımı biliyorum. Şimdi ise neler değişmiş bir göz atalım. 

                             

1. Senaryolara ara verdim. Tekrar başlamam lazım biliyorum ancak ilham denen olay bu aralar bana hiç uğramıyor. Geldiğinde ise son hız yazmaya devam edeceğim. 
2. Bazı insanlardan çok kolay vazgeçtim ancak bazılarından asla vazgeçemeyeceğimi gördüm. Belki gereksiz bir umut ama devam ediyoruz işte. 
3. Yeni bir hobi edindim. Hangi hobi olduğunu söylemem mümkün değil ancak sürekli devam etmeye çalışacağım bir hobim oldu. 
4. Makyaja korkunç derecede sardırdım. İşin komik tarafı ise makyaj yapmıyorum bile. Sanırım bundan sonra yapacağım. Hatta blogun kategorilerinden biri bile olabilir. 
5. Artık gerçekten hayallerimi gerçekleştirmek için çalışıyorum ancak bir türlü IELTS için çalışamıyorum. Beş gün sonra ise sınavım var. 

                                 

6. Bazı şeyleri zorla da olsa öğrendim ve gerçekten bir parça özgürlük kazandım sanırım. 
7. Elimdekilerle çalışmaya karar verdim, yenilerini edinmeye değil. 
8. İnsanları dinlemeye başladım, dinlemek istemiyorsam bile dinliyor gibi yaptım, ve kötü alışkanlıklarıma son verdim. Sigara gibi şeyler değil tabi ki de dedikodudan bahsediyorum. 
9. Daha düzgün beslenmeye sonunda başladım. 16 yaşımın ortasında başlamak biraz geç olmuş olabilir ancak zararın neresinden dönsek kardır. Artık kola içmiyorum, tadını bile unuttum. Daha sağlıklı besleniyorum. 
10. Maalesef kilo almışım. Normalde böyle şeylere korkunç derecede takıntılı değilim ama iki kilo alınca nevrim döndü. O kilolar gidecek arkadaş. 

                               


Bütün değişimim sadece on maddeye sığabildi sanırım. Belki daha çok değişmişimdir ancak artık düzene oturduğu için değişik gelmiyordur. Başka kategorilerde görüşmek üzere... Bu arada yazısını yazacağım dizi/film listesini bırakıyorum. Tabi yeniler de eklenecek. 

GoT 3. Sezon
My Fair Lady vs Pygmalion
Antonius İle Kleopatra (Oyun)
Doctor Who
DW: En Korkunç Bölümler
DW: En Eğlenceli Bölümler
Smash
Hannibal
Teen Wolf
Oz The Great And Powerful

Bilgisayarda çok rezil görünüyormuş. Editlemeye çalıştım ancak haliyle beceremedim.

20 Temmuz 2013 Cumartesi

NEVER TAKE OFF THE MASK: THE LONE RANGER


Bir cumartesiye blog yazısı yazarak başlamanın güzelliğini ilk kez tatmakla birlikte geçen cuma yazacağım dediğim The Lone Ranger’ı bu kadar gecikmeli yazdığım için kendime kızıyorum. Kısa da olsa fena olmayan bir tatilin sonrasında evime geldim ve IELTS sınavında hiçbir şey beceremeyeceğimi fark ettikten sonra bilgisayarın başına oturdum. Bütün yazım genel olarak bir hayal kırıklığı oldu ve bugün yazacağım film de şirketine büyük bir hayalkırıklığı getirdi. 250 milyon dolarlık film ilk haftasında sanırım sadece 30 milyon dolar getirince Disney ağlamaya başladı. Buradan Disney’e sesleniyorum: “Bu zamanda western film senin neyine?”

Evet, film western türünde. Trenler, mükemmel hedeflenmiş silahlar, kasabalar, kızılderililer ve genelevleriyle mükemmel bir western. Ancak film yapılırken biraz da düşünülmeliydi. Bu zamanda kim western sever? Ben değil. Hayatımda nefret ettiğim film türlerinden western sanırım en başta gelir ancak bu filmi her zamanki gibi Johnny Depp’in kaşının gözünün hatrına izledim. Sonuç mu? Beğendim. Ancak genel sonuca gelirsek herkes benim kadar Johnny Depp’e odaklanmıyor filmde. Sonunda eğlenip eğlenmediklerine bakıyorlar. Belki biraz gerçeklik, biraz da klişelerden uzaklaşma arıyorlar. Yine de filmi beğendiğim için iyi yönlerini yazacağım. Açıkçası kötü yön de bulamadım filmde. Bu kadar güzel bir film, günümüze kurban gitti sadece.

The Lone Ranger, John Reid isimli bir avukatın kasabasına dönmesiyle başlıyor. Kötü adamların tehdidi altındaki kasaba şartlarında ağabeyini kaybeden John, Tonto adlı bir kızılderiliyle tanışıyor. Adaletsiz dünyada adalet aramaya çalışan iki adam sonunda adaletin bir işe yaramadığına karar veriyor ve adaletsizlikle adalet getirmeye başlıyorlar. Bu arada bütün olaylar yaşlı Tonto’nun müzede bir çocuğa hikayesini anlatırken gözler önüne geliyor. Bir çeşit flashback diyebiliriz.


Bu filmi yazmaya kimle başlanır, diye sordum kendime. Aldığım cevap ise tabi ki başrolle oldu. Armie Hammer’ın canlandırdığı John Reid, tam bir doğrunun adamı olmasıyla bir esas adam. Ancak şöyle bir olayı var ki ağabeyinin karısına aşık. Ne kadar doğru bir adam olduğunuz buradan anlarız herhalde. Ağabeyinin intikamını almak ve adaleti topraklarına getirmek için savaşıyor. Ölüp de diriliyor sözde. Tonto ona “yanlış kardeş” anlamındaki “kemosabe” diyor. Başlarda geldiğine pişman oluyor belki ancak sonra uyum sağlıyor. Armie Hammer bu role çok iyi oturmuş ancak sanırım bu role sarı saçlı, ince, uzun herkes de oturabilirdi. Pek bir olayı yok çünkü John’un. Mesela Ryan Gosling de pekala John olabilirdi. Bu yüzden fazla büyütülecek bir karakter değil.


Seyirciyi asıl filme çeken kişi ise tabi ki de Johnny Depp. Tonto rolünde her zamanki gibi harika bir iş çıkarmış ancak sanırım Johnny Depp’in yüzleri tükenmeye başladı. Ne kadar farklı karakterleri canlandırabilir diye düşünmek artık insana baş ağrısı veriyor. Willy Wonka’dan Jack Sparrow’a kadar her rolü yaptı. Zaten genelde ironik rolleri alıyor. Filmde en çok dikkatimi çeken ise Tonto ve Jack Sparrow’un benzerliği oldu. Biri bozuk saate diğeri bozuk pusulaya bakıyor. Saçları neredeyse aynı. Daha ne diyeyim. Biraz farklı karakterlere yönelmedi artık Johnny. Komik ama aynı zamanda ciddi bir aktör. 


Şu dünyada Red rolüne kim uyar diye sorarsanız herkez size Helena Bonham Carter der. Helena hiçbir zaman aşırı öne çıkan rollerde olmadı ancak şöyle bir olay var ki, bir karaktere baktığınızda bu Helena’ya uygun mu değil mi hemen anlıyorsunuz. Kadının böyle bir ağırlığı varken filmde kötü bir iş çıkarması da zaten mümkün değil. Bu arada The Lone Ranger, Johnny ve Helena’nın içinde olduğu ancak Tim Burton’ın yönetmediği tek film. Filmi izlediğimde ise direk şunu düşündüm: Helena bu kadar güzel bir kadın mıydı? Genelde Tim Burton’ın filmlerinde bakımsız olduğu ve sonda hep öldüğü için dikkat edememiştim. 



Filmde ön planda olan ancak hiç umursamadığım üç karakter vardı: Latham Cole, Rebecca Reid ve Butch Cavendish. Söylemem lazım ki Ruth Wilson’dan hiç hoşlanmadım. Belki biraz Nicole Kidman havası vardı ancak kesinlikle bir Nicole Kidman değildi. Ne yaptığı bilinmez bir kadın olarak oradan oraya savruldu. Latham Cole rolündeki Tom Wilkinson ise iyi bir iş çıkarmıştı. Kötü adam olduğunu hep anlamıştım gerçi ama Butch’un kardeşi olduğuna inanamamıştım. Butch Cavendish ise Hannibal izleyen birinin midesini kaldırmaya yetecek kadar iğrençti.

Filmi izleyin derim. Güzel ve eğlenceli. Tren sahneleri tabi ki de çok etkileyici ve komik. İkinci bir film yapılacağını sanmıyorum çünkü gerçekten Disney küçük olsaydı belki de şu an batmıştı. Filmin günümüze kurban gitmesini cidden istemezdim ancak olan oldu. Umarım Armie Hammer ve Johnny Depp’i yine beraber görebiliriz çünkü gerçekten ekranda iyi bir çift olmuşlardı. 

"John Reid: If we ride together, we ride for justice.
Tonto: Justice is what I seek, Kemosabe."

11 Temmuz 2013 Perşembe

PHANTOM OF THE OPERA


Yazılarımı bir türlü cuma günlerine denk getiremediğimi biliyorum. Haftaya cuma da yazamayacağıma göre bugün iki film hakkında yazı yazayım dedim. Birincisi, favori müzikaller listemde ikinci yeri tutan Phantom Of The Opera. Diğerini ise bir sonraki yazımda öğreneceksiniz. Belki ikincisi bugüne yetişmez. Belki yazarım da yarın telefondan yayınlamaya çalışırım.


Andrew Lloyd Webber’ın müzik konusundaki dahiliğinden dolayı filmin içinize işleyen bir yönü var. Zaten filmi baya geç izlediğim için ve önceden müziklerini duyup izlediğim için Webber kesinlikle ilk konu olmayı hak ediyor. Bu arada Phantom Müzikali, Broadway’deki en büyük orkestraya sahip olan müzikal olmakta birlikte bu yıl yirmi beşinci yılını kutladı. Hiçbir zaman operaya karşı aşırı ilgi duymadım ancak filmi izledikten sonra bilemiyorum. Tek bildiğim bir şey var ki Phantom gerçekte var olsaydı, o kişi Andrew Lloyd Webber olurdu.


Filmden kısaca bahsedeyim. Christine isimli on altı yaşındaki kız operada bale eğitimi alarak büyümüş ancak çok da güzel bir sesi var. Sesinin bu kadar güzel olmasının nedeni ise operanın gizemli ve korkunç hayaletinden dersler alması. Bir gün Phantom, Christine’in karşısına çıkmaya karar veriyor ve onu mağarasına götürüyor. Phantom, kitapta gerçek adı Erik, Christine’e aşık ve içinde tam bir canavar. Christine’in sesi ona ilham verirken reddetmesi onu sinirlendiriyor. Christine Phantom’u belki bir süre için seviyor ama kalbi küçüklük aşkı Raoul’a ait. Sonunda Phantom’ın eline düşünce bir seçim yapmak zorunda kalıyor ve on altı yaşındaki biri için mantığın dibini vuruyor.


Oyunculara gelirsek… Gerard Butler’ın “This is SPARTA!” diye bağırmayı nereden öğrendiğini bulmuş oldum. O nasıl bir ses ya? Mükemmel olabilir mi, daha iyi bir Phantom olabilir mi? Aslında olabilir ve oldu ancak Butler da iyi bir iş çıkarmış. (Benim için en iyi Phantom’lar Michael Crawford ve Peter Jöback olmuştu.) Hatta iyinin ötesine geçmiş ve beni kendine aşık etmiş diye duydum. Size söylüyorum, PS I Love You’daki adam bu adam değil. Olamaz. Neden bu filmle hiç ödül almamış anlayamadım. Pis ödül-veren-insanlar-topluluğu.


Shameless izliyorsanız ve filmi de yeni görüyorsanız hazır olun. Emmy Rossum gerçekten on altı yaşında ve şarkı söylüyor. Kabul edeyim, bence en iyi Christine değil. Tabi bu oyunculuğundan kaynaklanmıyor. Şimdi eski Christine’lere bakınca sesleri daha güzel, yani Christine olayına tam oturuyorlar. Ancak Emmy Rossum’un sesini pek de kulağım almadı. (Kız on altı yaşında Gerard Butler’la öpüştü, sesi kötü olsa ne olur bundan sonra. Gerçi sesi de güzel yani sadece şarkılara pek olmamış.) Diğer bir yandan, bence Emmy Rossum en iyi Christine. Biliyorum, şu an kendimle çakıştım ancak oyunculuk açısından Christine Emmy Rossum’dur. Hem Christine’le aynı yaşta hem de hareketlerine çok iyi uymuş. Bu arada çok manyak bir fun-fact söyleyeyim: Christine’in makyajı Phantom’ın mağarasına girerken daha kadınsılaşıyor ve koyulaşıyor. Bunun nedeni ise olgunlaşması ve seksüel olayları keşfetmesi. Gerçi biraz garip bir olay ama filmi izleyince anlarsınız.


Raoul rolündeki Patrick Wilson’a gelirsek… Christine’le çocukluk arkadaşı olması için en az on altı yaşında olması gerekiyor ancak Patrick Wilson, otuz yaşındaydı. Gerçi biraz “Prince Charming” tipinde olduğu için çaktırmıyor. Deli gibi Phantom’cı olduğum için Raoul’a pek dikkat etmedim ki isminden de nefret ettim. Karakteri biraz daha derin olsaydı sevebilirdim onu. Son olarak değinmek istediğim biri varsa o da kesinlikle Carlotta rolündeki Minnie Driver’dır. O diva davranışlarını yerim senin diye bağıra bağıra izledim filmi. Şarkılarını kendi söylememiş ancak filmin sonunda Learn To Be Lonely adlı şarkıyı o söylemiş. Ayrıca Joel Schumacher yönetmenlik konusunda mükemmel bir iş çıkarmış. O avize sahnesi ve başlangıç mükemmel.

Film hakkında söyleyebileceğim tek şey ise izlemediyseniz mutlaka izleyin.


"Slowly, gently, night unfurls its splendour. Grasp it, sense it - tremulous and tender. Turn your face away from the garish light of day, turn your thoughts away from cold, unfeeling light - and listen to the music of the night!"

6 Temmuz 2013 Cumartesi

BITCHES, MAN: WARM BODIES


Her zamanki gibi hiçbir işimi zamanında yapmamamla birlikte Youtube’a da sardırdığıma göre benden yazı beklemeyin artık demek isterdim. Ancak zorla okuttuğum kişiler dışında blogumu okuyan olmadığına göre kafama esince yazıyorum. Bu arada eğer bu sefer odamı yenilemeyi başarabilirsem odam için yaptığım projelerden de bahsedeceğim çünkü kabul edelim, mükemmel bir el becerim var. (Çarpıldı.) Youtube’daki blogları gördükçe kendime dedim ki “Video çekecek kadar makyaj malzemen olmadığına göre kendi blogunda adam gibi filmlerin hakkında yaz.” Bu yüzden arkadaşımla çok uzun zaman gitmek istediğimiz ancak tam gideceğimiz gün vizyondan kalkan bir filmden bahsetmek istiyorum. Warm Bodies.


Warm Bodies zombiler hakkında ama bildiğimiz zombi filmlerinden biraz daha değişik. Beyin yeme olayları kesinlikle var ancak bu sefer zombiler tam olarak zombi değil. En azından bizim zombimiz R değil. Sadece baş harfini hatırlayabildiği için ismi R olan zombimiz Julie isimli bir kızın erkek arkadaşının beynini yiyince Julie’ye aşık oluyor ve onu korumaya başlıyor. Tabi onu korumak için yanına alıyor ve zombilerin mekanı olan havaalanına götürüyor. R, Julie’yi kendi uçağına yerleştiriyor ve onu uzun süre orada tutuyor. Tabi zaman içinde birbirlerine ısınıyorlar. Isınıyorlar derken R ciddi ciddi ısınıyor ve insan olmaya başlıyor.


 Filmin konusu güzel, kitabı da var. Ancak o kadar da oturaklı bir film olmamış bence. Hani film olarak bir ağırlığı yok. I Am Number Four gibi ortada kalmış bu da. R neredeyse hiç konuşamasa da iç sesleri çok iyi, komik ancak komik olmakla kalıyor. Film pasta olamamış sadece kreması olmuş dersem tam olur sanırım. Yani boş zamanda izlenecek bir film diyebiliriz. Bu arada müzikler çok güzeldi.


Oyunculara gelirsek Skins dizisinden tanıdığım ve dizide özellikle nefret ettiğim Nicholas Hoult, R’ı canlandırıyor. Skins’de her ne kadar nefret etsem de kabul etmeliyim ki R rolüne bu dünyada Nicholas’tan daha iyi oturacak biri yok. Gözleri zaten ölü gibi adamın o yüzden pek de zorlandığını sanmıyorum. Çok tatlı bir zombi olmuşsun Nicholas. Güzel Julie’ye gelirsek, tabi ki de Teresa Palmer canlandırıyor. Böyle “badass” kızları yaz yaz, sonra Teresa Palmer oynasın. Kızın eline silah yakışıyor valla ne diyeyim. Ay çok güzel bu kız daha fazla yazamayacağım.


Filmdeki baş düşmanlardan bahsetmeyeceğim çünkü o kadar da önemli bir rolleri yok. R ve Julie var sadece önemli olarak. Diğerleri ise aşık olmalarını sağlamış yardımcı karakterler gibi bir şey. Yönetmenlik açısından rahatsız edici bir şey yoktu diyebilirim ancak çünkü göze mükemmel olarak batacak bir şey de yoktu. Makyajlar çok iyiydi. Mekanlar da. Boş zamanınız varsa mutlaka izleyin derim çünkü boş zaman filmi olarak gerçekten güzel bir film.

"So much for dreaming. You can't be whatever you want. All I'll ever be is a slow, pale, hunched-over, dead-eyed zombie. What did I think was gonna happen? That she'd actually want to stay with me? It's hopeless. This is what I get for wanting more. I should just be happy with what I had. Things don't change. I need to accept that. It's easier not to feel. Then I wouldn't have to feel like this."

24 Haziran 2013 Pazartesi

KIRMIZIYI İÇİNE GİYMEYİ ÖĞRENEN ADAM: MAN OF STEEL


Bugün işimi son ana değil de önceden yapıp bitirmek istiyorum. Ayrıca uzun zamandır da yeni çıkan bir film hakkında yazı yazmamıştım. Bugünkü Forever New rezilliğinden sonra sinirimi atmak için Man Of Steel filmini izledim. Adam gibi bir blogum olsun bu sefer dedim de hemen filmden gelince yazmaya karar verdim.

Man Of Steel hakkında ne desem tam olarak bilemiyorum. Ne beklemiştim, tam olarak bilmiyorum çünkü hiçbir zaman Superman olayını sevmemiştim. Ben Batman’i severek büyüdüm ve sonradan da Marvel kahramanlarını daha çok sevdim. Superman’in kırmızı don olayından nefret ediyordum ki Allaha şükür o iğrenç şeyi bu sefer içine giymişti. Bu kesinlikle bir artıydı. Eğer Henry Cavill’e kırmızı don giydirselerdi başta gitmezdim zaten o filme.


Film inanılmaz derecede uzun geldi. Flashback olaylarını sevmedim ancak yazarların da başka şansı olmadığını biliyordum. Eğer anıları normal yaşanıyor gibi yapsalardı Clark anca birinci yarının sonunda kıyafetini giymiş olurdu. Ancak yine de çok uzun geldi film. Ayrıca savaş, dövüş, kırma, vurma sahneleri bıktırdı. İlk kavgadan sonra film bitseydi çok kötü olurdu. Hadi ikinci kavga oldu, tamam bu sefer oldu dedim. Ancak üçüncü de gelince dedim ki yeter artık. Bir kere gökdelenleri kırdınız, yıktınız ama ikincisi de yeter. Üçüncüsü zaten yeter. Birinin yazısında okumuştum, bu kadar çok savaş sahnesi olmasını yönetmen Zack Snyder’a bağlamıştı. Haklı olabilir.

Şimdi Henry Cavill’imize gelelim. Superman’den cidden nefret ederim ancak bu filme sırf onu görmek için gittim. Şimdi dürüst davranalım yani, adam yakışıklı. Adam ölümüne yakışıklı hatta. Yakışıklının dibi. Zaten tipi tam bir Superman’di, Superman de oldu rahatladı zaten. Aslında filmde oyunculuklar hakkında pek bir şey söyleyemeyeceğim çünkü zaten filme seyirciyi çeken görsel efektler. Oyuncular kötü olsaydı bile arada kaynardı bence ancak bu filmde oyuncular kesinlikle kötü değildi. Kostüm Henry’ye aşırı yakışmıştı ve bence bu kostüm diğer Superman köstümlerinin en iyisiydi. Son zamanların en gözde kahraman kıyafetleri zaten aynı bunun gibi. Mesela Spiderman de öyle bir kostüm giyiyor. Böyle deri gibi bir şey ancak delikli gibi ve göz alıcı şekilde renkleri parlamıyor.


Amy Adams nedense kafamda hep prenses olarak kalıyor Enchanted yüzünden. Zaten prenses olmaya çok uygun bir tipi var, kafamda da iyice oturmuştu. Ancak bu filmde Lois Lane olarak kafamdaki ön yargıyı yıktı. Yine de her filmde olduğu gibi kahramanın kız arkadaşı olayından çıkamadı. Hiçbir zaman da kimsenin çıkacağını sanmıyorum bu rolden. Zaten öpüşsünler diye bütün film bekledim açıkçası. “Yi beni Henry.”

Kötü adam Zod rolündeki Michael Shannon’ı daha önceden Runaways’de izlemişim ancak hatırlamıyorum. General Zod’un pek bir olayı yoktu ya. Klasik hikayeler falandı ancak kendine gıcık ettirmeyi iyi başardı. Pek bir şerefsizdi o ya. Jor-El rolündeki Russell Crowe’a gelirsek… Benim Javert’im Superman’in babası mı olmuş hallerindeydim. Adam konuştukça şarkı söyleyişini hatırladım ancak Russell Crowe her zaman Russell Crowe’dur ve farkını hissettirir. Son olarak Hannibal’da Jack rolündeki Laurence Fishburne’den bahsetmek istiyorum. Sonunda o gerizekalı sakalımsı şeyini kesmiş ve bu filmde daha düzgün bir sakalla karşımıza çıktı. Man Of Steel’in devamı olursa onu yine göreceğimiz kesin.


Man Of Steel elbette ki klasik bir hikayeden öne geçemiyor ancak benim ki süper kahramanlara deliyseniz ve New York’un her filmde yıkılışını görmek istiyorsanız izleyin derim. Kesinlikle bir zaman kaybı değil ve Henry Cavill. İnsan mı bu adam ya? Neyse, kendimi kaybetmeden yazıyı bitireyim ve Tumblr’dan Henry Cavill fotoğrafları bulayım kendime en iyisi. İyi akşamlar. 

22 Haziran 2013 Cumartesi

TED


Bugün oturmuş diyordum ki ben daha bloguma yazı yazmadım, hazır cuma bitmemişken yazayım… Ancak işsizliğimden başımı alıp bir baktım ki bugün cumartesiymiş, hatta pazara çok az zaman kalmış. Yazımı adam gibi programlı geçireceğim demiştim ancak şu ana kadar kayda değer bir şey yaptığım olmadı. Olmayacak gibi de. Her neyse, bugün Ted isimli aşırı ünlü olmuş filmden bahsedeceğim.

Oyuncak ayı demişken aklınıza tatlı şeyler geliyor olabilir ancak sizi temin etmeliyim ki Ted sadece tatlı değil. Biraz sapık akıllı belki, biraz da uyuşturucu kullanıyor. Ancak en önemlisi o sadece bir oyuncak değil, o canlı bir oyuncak. Küçük John Bennett’in yılbaşı dileğiyle canlanan Ted, John’un en iyi arkadaşı haline geliyor. Aynı zamanda bir süre ünlü oluyor ki filmin bu özelliğini sevdim. Genelde filmlerde bütün bir kasaba uçsa bile insanlar fark etmiyor ancak Ted’de böyle bir saçmalık yok en azından. Gerçi oyuncak ayının canlanmasına ne kadar mantıklı diyebilirsiniz ama orası ayrı.

John Bennett’i Mark Wahlberg canlandırıyor. John büyürken Ted de büyüyor ancak bir süre sonra John’u kötü alışkanlıklara çeken kişi Ted oluyor. John sonunda kız arkadaşı için değişmeye karar vermişken Ted onu sürekli engelliyor, istemeden olsa bile. John belki de bu hikayenin sonunda büyümeyi öğreniyor ve kız arkadaşının beklentilerine ayak uydurabiliyor. “Bros before hoes.” durumu yaşıyor ancak filmin sonunda bunu dengeleyebiliyor. Zaten bütün film de bunun üzerinden gidiyor.

John’un kız arkadaşını Mila Kunis’ten başkası canlandırmıyor tabi ki de. Hayatımda unutmayacağım şeylerden biri kesinlike Mila Kunis’in “There is a shit on my floor.” diye bağırmasıdır. Her zamanki mükemmeliğiyle yine bir kız arkadaş rolündeydi. Mila Kunis’in her filmini izledim diyemem ancak şu ana kadar izlediklerimden sadece birinde birinin kız arkadaşı değildi, o film de Black Swan’dı. Gerçi bununla bir sorunum yok da söyleyeyim istedim.

Filme adını veren karakteri ise Seth MacFarlane seslendiriyor. MacFarlane hem senaryoyu yazmış hem de yönetmiş. Karakterin üzerinden pek gitmek istemiyorum burada, o yüzden senaryo üzerinden gitmek daha iyi olur. Herkes Ted için mükemmel, çok komik diyordu ancak şöyle bir olay var: Film çok komik falan değil. Normal bir film. Güldürüyor ancak üzemiyor çünkü Ted’le o kadar derin bir ilişki asla kurulmuyor. Mila Kunis’in karakteri Lori “rahatsız edici ve kankaların arasına giren kız” rolünden çıkmaya çalışıyor ancak rahatsız edici ve kankaların arasına giren kız olarak kalıyor. John’a gelirsek… John her şeyi düzeltmeye çalışırken daha rezil eden karakter oluyor.

Peki Ted bir film olarak olmuş mu? Olmuş. Hollywood’un bütün beklentilerini eksiksiz olarak karşılıyor, ağzım açık izlediğim New York’da geçiyor ancak o kadar da tatmin edici bir film değil. Bu arada küçük çocuklar için uygun olmadığını belirteyim. Yine de izlenir mi? Boş zamanlarda izlenir, tıpkı benim yaptığım gibi. Bu arada Ted’i Oscar Ödül Töreni’nde sunucu olarak kullandılar ve bunun için baya uğraştılar. Ortaya çıkan görüntü ise gerçekten güzeldi.


"No matter how big a splash you make in this world whether you're Corey Feldman, Frankie Muniz, Justin Bieber or a talking teddy bear, eventually, nobody gives a shit."

14 Haziran 2013 Cuma

DOCTOR WHO: EN İYİ YOLDAŞLAR

Önceden başladığım ancak sonrasında bırakıp pişman olduğum ve yeniden başlayıp sonuna kadar izlediğim tek dizi Doctor Who’dur. Tabi o zamanlar küçüktüm ve açıkçası hiç hoşuma gitmiyordu ancak şimdi tekrar izledim ve hayatımın en önemli olayları arasında girdi Doctor Who. Daha Doctor Who hakkında çok şey yazacağım ancak bugünkü yazımda Doktor ve yol arkadaşlarını anlatmak istiyorum. Tabi ki de bir liste şeklinde ve en az sevdiklerimden yukarı doğru gidiyor.

10. Mickey Smith ve 10


Mickey karakterini hiçbir zaman sevmemiştim çünkü bildiğin bir apaçiydi. Hatta Rose’un başta onunla nasıl çıktığına bile inanamıyordum. Ancak Doktor hayatlarına girdiğinde Mickey daha da nefret edilesi biri olup çıktı. Rose’u kıskanmalar da sürekli söylenmeler de… Bildiğiniz huysuzun teki oldu çıktı. Tabi her şey bittiğinde paralel evrenden geri dönüp Doktor’a da yardım etmeyi bildi. Mickey’den nefret etmiyorum, orası kesin ancak favori yol arkadaşım da değildi.

9. Martha Jones ve 10


Martha’yı ta dokuz numaraya koymamın sebebi onu sevmemem değil, başkalarını ondan çok sevmemdi. Martha gerçekten zekiydi, komikti ancak Doktor için sadece bir geçiş dönemiydi. Rose’la yaşadıklarını tekrar etmek istemişti bence. Ayrıca Doktor’un depresyon dönemlerine geldiği için Doktor da ciddiydi ve asla mutlu olabildiklerini sanmıyorum. Martha’nın da doktora olan platonik aşkı acı vermekten başka bir işe yaramıyordu ve kızı gördükçe üzülüyordum. Sonradan UNIT’e girdi tabi de rahat etti. Ancak Doktor’u herkese aynı şeyi düşündürerek kurtarması biraz saçma olmakla birlikte mükemmel bir hareketti.

8. Jack Harkness ve 10


Kaptan Jack Harkness hakkında çok fazla bir şey söyleyemeyeceğim çünkü Doktor’la o kadar da çok gezmedi. Yakışıklılığı ve egosuyla bilinen Jack’i herkes ölü sansa da Rose fark etmeden onu ölümsüz yapmıştı ve göründüğü son bölümde de Face Of Boe olduğu ortaya çıkmıştı. Dizinin en şaşırtıcı anlarından biri olmuştu tabi ki de Jack’in Face Of Boe olması. Şimdi ise Torchwood isimli spin-offda yer alıyor.

7. Clara Oswin Oswald ve 11


Clara’yı sevdim. Dik başlı ve akıllı olmasını ancak bir türlü alışamadım. River’ın gitmiş olduğunu bilirken Doktor’un karşısına çıkması ve sürekli çıkması güzel oldu ancak Clara ve 11’in gittiği yön bence iyi değil. Sevgili asla olmamalılar zaten Matt diziden ayrıldığına göre olamazlar. Ancak Clara’ya bir türlü ısınamıyorum. Minicik falan ama… Olmayınca olmuyor. Yine de onu buraya koydum çünkü karakteri daha gelişebilir ve kendini Doktor’un zaman bilmem nesine attı onu kurtarmak için. Yine de Doktor için tek “impossible girl”ün River olması gerektiğine inanıyorum.

6. Rory Williams ve 11


The Roman Guy Rory demek istiyorum. Rory, Doktor’la pek yalnız kalmasa da bence en iyi erkek yoldaşlardan biriydi. Doktor’a sürekli laf çarpması, Amy’ye olan aşkıyla Rory belki de en sevdiğim karakterlerden biri. Sonunda da efsaneleşti zaten Amy’yi iki bin yıl bekleyince. Mickey gibi kıskanç biri değildi, tabi ki de Amy’yi kıskanıyordu ve bazen gerçekten de bunaltıcı oluyordu ancak Rose’un aksine Amy hep Rory’yi seçtiği için insanı nefret ettirmiyordu.

5. Craig Owens ve 11


Craig sanırım Doktor’un en kısa süreli yoldaşlarından biri. Öncelikle Doktor’la ev arkadaşı olmuştu ki Doktor’un en normal halleriydi onlar, sonra da çocuğu olduktan sonra Doktor’la bir maceraya atılmıştı. Craig, Doktor’u en kolay anlayanlardan biriydi çünkü Doktor ona kafa atmıştı, yani düşünce akışı gibi bir şey yapmıştı. Craig’in olduğu bölümleri çok seviyorum ve umarım karşımıza ileriki bölümlerde de çıkar. Gerçi artık 11 olmayacağı için çıksa ne olur çıkmasa ne olur diye düşünmeden edemiyorum.

4. Donna Noble ve 10


Donna… Doktor’un en depresif zamanlarına denk gelmişti çünkü David’in diziden ayrılması ve Doktor’un rejenerasyon gerçime zamanıydı. Doktor ne zaman değişecek olsa her şey daha karanlıklaşıyordu ve Donna bu zamanlarda bile diziyi bir komediye göre çevirdi. Doktor’la yatmaya ya da sevgili olmaya çalışmayan tek kadın yoldaştı ancak sonunda da zaten bütün hafızası silindi. En son Doktor Donna olmuştu ancak onun eski, sıkıcı yaşamına dönmesini izlemek acı vericiydi.

3. Amy Pond ve 11


Amy’yi niye bu kadar başa aldığımı uzun süre düşünmem gerekti ancak sonradan fark ettim ki Amy, Doktor’un en karanlık sırlarını açığa çıkaran bir karakter. Gerçekten gizlediği şeyleri demiyorum, gerçekten karakterinin karanlık olan yönlerini diyorum. Amy hayatı boyunca tam anlamıyla Doktor’laydı ve birbirlerinin en iyi arkadaşı olmuşlardı. Gerçi Amy onunla bir ara yatmaya çalışmıştı ancak olsun… Onları geçebiliriz tabi.

2. Rose Tyler ve 10


River’ı mı öne koysam Rose’u mu öne koysam diye düşündüm durdum ancak Rose Tyler bile River Song efsanesini geçemez. Rose’la 10 ölesiye yakışıyordu ya. Hala içimde bir yara olarak kaldı ve Rose olan bölümleri izledikçe ağlayasım geliyor. Allah belanı versin Doomsday demek istiyorum. Rose mükemmeldi yaa. Rose yani. Bacımız gibi bir olaydı. Onlar birlikte olsun, evlensinler diye öyle bir bekledim ki.

1. River Song ve 11


Her ne kadar bazen River’ın 11 için çok yaşlı olduğunu düşünsem de kadın ne zaman “Hello sweetie.” dese eriyorum. İki insan o kadar mı mükemmel olur ya. O flörtleri, o davranışları… Allahım yerim. River ve 11 gittiği için o kadar üzgünüm ki! Bildiğiniz eş gibilerdi ya. TARDIS’i falan birlikte temizliyorlardı, birlikte kullanıyorlardı. Hatırladıkça mutlu oluyorum. Ancak keşke River ve Doktor’un bir geleceği olsaydı. Bu arada evlendiler de ne oldu? Al, bak. Ay ay.

6 Haziran 2013 Perşembe

GELMİŞ GEÇMİŞ EN KÖTÜ SEZONUYLA GLEE

Korkunç derecede uzun olan bir süreden sonra tekrar yazmaya başlamak nedense garip gelmedi. Oysa ki hiç de hoş bir yazı yazmayacağım. Hatta baya tatsız bir tane olacak ancak şunu da belirtmek isterim ki bundan sonra, yaz tatilinin gelmesi ve benim aşırı işsiz olmam dolayısıyla, daha çok yazacağım. Disney Klasikleri’yle başlayıp yazı daha güncel filmlerle bitireceğim. Ayrıca cuma günleri yazılarımı yayınlayacağım. Tabi bunu perşembe yayınlıyorum çünkü bu cuma tatile gidiyorum.

Kimse benim ne yaptığımı merak etmediği için zamanınızı harcamayıp direk günümüzün konusuna dönmeliyim bence: Glee’nin Dördüncü Sezonu. Glee, liseli çocukların bir çeşit “loser”lıktan popüler olmaya giden yolunu anlatıyor diyebiliriz ancak izleyince görülüyor ki dizi bundan çok daha fazlası. Hatta azınlıklar ve ezilenler için bir rehber bile olabilirdi bir zamanlar. Ancak dördüncü sezonda gördük ki Ryan Murphy’nin mükemmel hayal gücü Glee’ye fazla gelmiş ve diziyi olmayacak yerlere sürükleyip atmış. Başta güzel başlayan Glee, dördüncü sezonda iyice aptallaştı. Ryan Murphy’nin akıl sağlığına uyan dizileri (The New Normal, Glee) nedense bir türlü tutmazken, insanı başka yerlere ve zamanlara sürükleyen (Nip/Tuck, American Horror Story) dizileri tutuyor anlamış değilim. Bunları Murphy’nin insana acı çektirici olan senarist zekasına yormaktan başka çarem yok. Ben ki American Horror Story’yi korkup da izleyememiş olan biri olarak Glee’de neden bu kadar bocaladığını bir türlü anlamadığımı dile getirmek isterim.

Glee’nin dördüncü sezonunu işlerken karakterler üstüne gitmek çoğu dizide yaptığım gibi iyi olur diye düşünüyorum çünkü artık dizide üstüne gidecek tema kalmadı. Sadece zaman doldurtan bir alet haline gelen Glee bir de iki sezon izni aldı. Eğer kendini toparlayamazsa bir televizyon faciasına dönüşmesi an meselesi ki umarım dördüncü sezon bir geçiş olmuştur ve beşinci sezonda her şey yerine oturur. Şimdi aşırı dramatik karakterlerimize dönelim…


Wade “Unique” Adams


Kesinlikle söylemem lazım ki Glee Project’ten gelme olan Alex Newell’dan yarışma boyunca nefret ettim. Yarışma da iki yıl önce olduğu için neden nefret ettiğimi unuttum. O kadar gereksiz ama her şarkıya karışan bu insan hafızamda en küçük bir yer bile tutmayı başaramazken sırf Glee yazarları dine bulaşmaktan korkuyor ve seyirci sevmiyor diye yarışmanın asıl kazananını arka plana atıp Wade’i öne getirmeleri beni gıcık ediyor. Glee’nin birinci sezonunda sonradan çok önemli olan karakterlerin bile hiç konuşmadığı olmuşken Wade’in birden çıkıp “Unique will be the new Rachel.” Demesiyle karakter benim için bitti. Ayrıca Ryder’la aralarında yaşanan mesaj olayı da o kadar gereksizdi ki sırf Blake oyunculuk yeteneklerini gösterip bir iki sandalye devirebilsin diye yapılmış gibiydi. Wade belki de azınlıktan olan bir karakter ancak ne bir iyi yönü var ne de kötü… Adam kendi içinde nötrlenmiş. Bu yüzden de ilgi toplayamıyor.

Rachel Berry


Beni azıcık tanıyan herkes bilir ki (bir dakika, kimse beni tanımıyor) Rachel Berry birinci sezondan beri idolüm olmuştur. Ancak bu sezon kendini Kurt’ün de söylediği gibi pornografik bir Barbie’ye dönüştürmesinden hoşlanmış değilim. Yeni bir şehre gelmiş olabilirsin, erkek arkadaşından ayrılmış olabilirsin ancak hayallerinden bu kadar uzaklaşmış olamazsın. Sonunda geri döndü, biliyorum ancak bana üzerinde olduğum yolda gitmemi sağlatan Rachel olamadı bir türlü. Hatta bu sezon Rachel Berry adını bile taşımamalıydı bence. Gereksizdi, dramatikti. Özellikle o kendini hamile sandığı bölümler neydi öyle? Aptallığın dibi. Bir dizi gözümde hiç bu kadar batamazdı. Eminim.

Tina Cohen-Chang


Glee oyuncularından birine acıyorsam o kişi kesinlike Tina rolündeki Jenna Ushkowitz’dir. (Soyadı ölümüne zor.) Ne zaman bir solo alsa ya biri intihar ediyor ya biri sahnede bayılıyor ya da biri düğünden kaçıyor. Bu kız solo almasın. Bir de bütün sezon o diva takılmaları neydi öyle? Şaka mısın? Mal mısın? Yemin ederim, Teen Wolf’daki Allison gibi sinirlerimi yerinden oynatıyor ya. Senaristlerin ne yapmaya çalıştıkları çok belli. Asyalı kız kalıbını kırmak istiyorlar ancak bu bir türlü Jenna Ushkowitz’le mümkün olmuyor. Büyük ihtimalle olmayacak da. Ekranı dolduramıyor nedense. Rachel’ı seviyorum, bir o kadar da laf ediyorum ama bir Rachel Berry değil sonuçta.

Quinn Fabray ve Mercedes Jones


Dizinin önceki sezonlarında baya önemli olan ancak dördüncü sezonda sadece dizide olmuş olmak için gelen iki karakter Quinn ve Mercedes'ti. Quinn ve Mercedes hiç gelmeyebilirdi bence. Dizide çok büyük yerleri vardı ve Quinn elbette ki favorilerimden biriydi ancak onların zamanının geçtiğini senaristler bir türlü anlayamadı. Quinn'in oradan buradan çıkma hikayesi ve Mercedes'in buram buram Anadolu kokan hikayesi insanı baydı da baydı. Neymiş Quinn profesörüyle yatıyormuş... Profesörü görmedikten, okulda neler olduğunu bilmedikten sonra bana ne Quinn'in kimle yattığı? Bir de bir ara Santana'yla yattı ki o konuya hiç girmiyorum. İlla herkes biriyle yatacaktı, Santana da Quinn'e kaldı o arada. Mercedes ise bütün sezon olmayıp gereksiz gereksiz yerlerde vokal koçluğu yapmak için gelmesi de diziyi artık bıraksam mı diye düşündüren şeylerden biri oldu.

Santana Lopez


Nasıl oldu da bu kız bu kadar öne çıktı bilmiyorum. Seviyorum sevmesine ancak sırf zaman doldurmak için on dakika boyunca At The Ballet şarkısını söylemesi dokundu bana. Hala New York'ta... Hala hayalini bilmiyor. En son senaristler de Santana'nın ne yaptığını anlamadı, karakteri ellerinden kaçırdılar da aman biz bunu dansçı yapalım dediler. Bir sonraki sezon NYADA'ya girmek isterse şaşırmam çünkü Glee klişelerin anası oldu artık.

Brittany Pearce


Brittany bir ara lezbiyen oldu, bir ara olmadı ama hiç biseksüel olmadı. Glee'de kim boş kalmışsa kızı bir süreliğine ona sattılar. Sonunda o da dayanamayıp hamile kaldı da diziden bir süreliğine ayrıldı. Hamile kalınca senaristler yine ne yapacaklarını bilemeyip cümle alemin geri zekalı Brittany'sini dünyanın en zeki kızı yapıp üniversiteye gönderdiler. Şimdi sen ne alakasın Brittany? Bu arada sonraki sezonun ilk yarısında yok ancak ikinci yarıda tekrar gelmesi bekleniyor Heather Morris'in.

Marley Rose


Şu dünyada en nefret ettiğim kız tipini alıp da karşıma koyan Glee senaristlerine buradan nefretlerimi saçıyorum. Aşırı ince, aşırı güzel, melek gibi, herkes peşinde... Yazdıkça sinirleniyorum bak. Yok fakirmiş, yok annesiyle dalga geçiyorlarmış. Pardon ama senaristler artık böyle şeyleri yutturacak durumda değiller. Marley göze batıyor. Zaten her şarkıda, her bir şeyde var. Sinirlerime dokunuyor. Zaten yenilerden bir tek Kitty'yi sevdim. Yok Marley anoreksikmiş, yok Marley sahnede bayılmışmış... Sesi de o kadar güzel değil, hani bir The New Rachel durumu da yok ortada. Umarım yapımcılar hatalarını anlayıp Marley'i göz önünden bir an önce çeker çünkü hepimiz Smash'in de böyle bir karakter (Karen!) yüzünden battığını biliyoruz.

Kitty Wilde


Yeniler arasında tek sevdiğim karakter olan Kitty sadece Quinn'in çakması olmakla kalmıyor aynı zamanda karakterler, izleyiciler, oyuncular ve yapımcılar tarafından da bu çakmalık biliniyor. Yine de hep iyilerin kazandığı Glee dünyasına biraz neşe getiren karakter Kitty'ye "new hit bitch" olma yolunda başarılar diliyorum.

Normalde diğer karakterlere de başlık açacaktım ancak yazı tahmin ettiğimden de uzun oldu. Bu yüzden sadece maddeler hakkında yazacağım.

  • Artie Abrams: Artie... Artie her zamanki gibi kendi çapında takıldı. Kimse onu umursamadı, o da pek umursamıyor zaten. Artie takılsın öyle ya. Sorun yok yani.
  • Blaine Anderson: Ah Ryan Murphy'nin bu Darren Criss aşkı yok mu? Sırf o aşk yedi bitirdi Blaine'in karakterini. İlla her şarkıya, her bölüme sokacağız diye adamı alıp diva mı yapmadık, kör mü yapmadık yani. İşte bu yüzden Darren Criss'in diziden ayrılma düşünceleri olduğunu duymuştum bir yerlerden. Umarım da doğrudur çünkü Glee artık dağılma dönemine girdi.
  • Mike Chang & Joe Hart & Noah Puckerman: Bunlar takıldı yine kendi çaplarında. Çok ciddiyim ama bak. Şaka değil. Bildiğin takıldılar.
  • Sam Evans: Sam... Sam'e bu sezon ne oldu ya? Bir ara fakir oldu, sonra düzeldi herhalde. Salak oldu, mal oldu, seksi oldu. Bu sezon olacak bir şey kalmadı, bir Noel Baba oldu resmen. Grup dağılınca aman hemen bir araya gelelim ayakları. Yok Glee benim hayatım lafları. Ancak sezonun en Glee-vari şeyi de Brittany'yle çakma da olsa evlenmeleriydi.
  • Finn Hudson: Cory o kadar kilo vermiş ve o kadar tatlı olmuş ki. Yerim. Ancak şunu söylemeliyim: Artık bir baş rol değil. Artık bir karakteri yok. Finn ancak Rachel varsa var, yoksa dizide de yeri yok zaten. Zaten son bölümlerin çekimlerinde uyuşturucu kullanımından rehabilitasyona girmişti ki bunun dizideki gidişatı olumlu etkileyeceğini sanmıyorum.
  • Ryder Lynn & Jake Puckerman: Yeni Finn ve yeni Puck'a merhaba diyebilirsiniz.
  • Kurt Hummel: Kurt bir ara önüne gelenle yattı bir ara çok tatlı bir sevgilisi oldu (Adam) ama bu sene Kurt, bir türlü Kurt olamadı. 
  • Brody Weston: Rachel'ın hayallerinin erkeği olan Brody de dizide zamanı dolmuş olacak ki jigolo yapıldı. Helal olsun senaristlere. Ben bile bu kadar kıçımdan atamıyorum.
Aptal karakterler bittiğine göre birkaç not da yazabilirim.

  • Glee artık bir klişe. 
  • Mükemmel diziler biterken Glee'nin iki sezon daha alması adil değil.
  • Artık şarkılar bile sıkıyor.
  • Senaryoları çok kötü, diyaloglar, şarkı girişleri iyice berbatlaştı.
  • Popüler müzik yapacağız diye gözünü çıkarıyorlar. (Şimdi Regionals'da ne alakaydı I Love It?)
  • Glee üçüncü sezonda bitmeliydi. Sırf para getiriyor diye dizinin gözünü çıkarmaya gerek yok. Hem iz bırakmak da önemli.
Aslında daha çok yazabilirdim ancak beynim Glee saçmalıklarını kaldıramayacak duruma geldi artık. Eğer beşinci sezonda gidişatı beğenmezsem bırakmayı bile düşünüyorum. Bu arada beşinci sezon ağustosta ekranlara gelecek. 

  • Bu arada bir sonraki yazımda Game Of Thrones'un üçüncü sezonundan bahsedeceğim. Sezonu beğendim ve aşırı hayranım, o yüzden karakterlere aptal demeyeceğime emin olabilirsiniz.


5 Mayıs 2013 Pazar

LEYLA'NIN EVİ


Evet efendiiim... Bugün size geçen ay gittiğim Leyla'nın Evi'nden bahsedeceğim. Neden bu kadar geç yazdım derseniz, hemen açıklayayım. Leyla'nın Evi hakkında bir yazıyı ağlamadan yazmak için uzun zaman beklemek gerekir. Yoksa son sahne gözünüzün önüne ilk canlılığıyla gelir ve bilgisayarın başında aynı salonda ağladığınız gibi göz yaşı dökersiniz. Bir Livaneli romanı olan Leyla'nın Evi'ni okumadım. Ancak salondaki birçok kişi önceden okumuş ve tabi ki beğenmişti. Hatta beraber gittiğim annemden spoiler bile aldım ancak sonu önceden bilmem yine de ağlamama engel olmadı. Leyla'nın Evi, teknik açılardan mükemmeldi, yönetmenlik mi dersiniz ne derseniz gerçekten Türkiye sınırları içindeki en iyi oyunlardan biriydi. Ancak asıl alkışı oyuncular hak ediyordu desem hiç de abartmış olmam diye düşünüyorum.



Öncelikle Leyla rolündeki Celile Toyon'dan bahsetmek istiyorum. Sahneye çıktığı anda dedim ki bu kadın aşmış. O bavulunu yere koyuşu, oturuşu ve ellerini önünde birleştirip asil bir edayla yere bakışı... Zaten içimden direk şu geçti: "Bu kadın sonunda ölürse ben ağlarım." Celile Toyon konuşmasıyla, her şeyiyle mükemmeldi. Genelde televizyonlarda zengin kesimlerin dramlarını ya da ülkenin doğusundan İstanbul'a atılmış ailenin dramlarını görürüz. Ancak bu durum tiyatroda elbette farklı. Bence Türkiye'deki en iyi romanlar, en iyi senaryolar İstanbul yalılarından çıkar. Celile Toyon da o asilliği ve, İstanbulluluk diyeyim adına, hissiyatı çok iyi yansıtmıştı. Son sahnedeki bakışı, geriye gidişi... Yine ağlıyorum. Kadının dibisin. 


Oyunun bir diğer mükemmelliğine gelelim: Ayça Varlıer. Roxy rolüyle... Ne desem. Hem komedi unsurunu katan hem de sevmeyi hem öğrenen hem de öğreten karakteri canlandırıyordu. İyi ki de o canlandırmış diyorum. Sesi gerçekten güzel ve hareketli hip hop şarkılarından sonra gerçek bir drama çeviriyordu sahneyi. Sanırım onun hakkında çok konuşmak benim seviyemin baya üstüne kalıyor. O yüzden direk muhabirimiz rolündeki Halim Ercan'a geçiyorum. Hani bir şeylere kalbiyle inanan insanlar vardır ya... Ya Halim Ercan bu projeye kalbiyle inanarak oynuyordu ya da oyunculuğu karakterine öyle bir hayat veriyordu ki kendi de Leyla'nın evi almasını uygun görüyordu. 


Oyun süresindeki adam gibi bir fotoğrafını bulamadığım için (cidden ama... oyunlarda artık bir fotoğraf şeysine girişmeli bu ülke) düzgün bir görsel koyamadan Nuri Gökaşan'dan bahsetmek istiyorum. Takıntıları ve hayallerini gerçekleştirmiş olan bir insanı canlandıran Nuri Gökaşan sesiyle ve hareketleriyle oğlunu nasıl azarlıyorsa seyircileri de öyle koltuklarına yapıştırdı. Oğluyla karşılaşmaları ve tartışmaları baba-oğul arasındaki uçurumu yansıtırken aynen şöyle düşündüm: "Birazdan dekorları birbirlerine patlatacaklar." Ayrıca bir ara dekor taşırken düşüyordu, son anda kurtuldu. Onun için geçmiş olsun diyelim çünkü düşseydi durum kötüydü cidden. 

Dicle Alkan'a gelmişken. Şimdi fark ettim... Acemi Cadı'daki kızın arkadaşı bu kadın! Tamam, sakinim. Saçı siyah olunca ve ciddi olunca çakamadım orada. Mükemmel oyunculuğuyla kendinden öyle bir nefret ettirdi ki artık biri öldürsün şunu diye saçlarımı çekmeye başlamıştım. Yine de kocası onun karakterini nasıl hala sevebildi, orasını anlamadım. Romanı okumak lazım. Gökçer Genç'e geçmek istiyorum ancak benim olduğum oyunda o karakteri canlandıran oyuncunun Gökçer Genç olduğundan emin değilim. Buradaki fotoğraflarda saçı var ve zayıf duruyor ancak oyunda saçı yoktu be. Belki odur, belki değildir. Ama biz ona yine de Gökçer Genç diyelim... İki sevilen insanın arasında kalınca yaşadığı ezikliği hareketleriyle o kadar iyi yansıtmıştı ki... Babasıyla tartışmasındaki kırmızı sahne kısmı çok güzel ve etkileyiciydi. Umarım o adam Gökçer Genç'tir ama...

Oyundaki diğer oyuncular da harikaydı ancak onlardan ayrı ayrı bahsedemeyeceğim çünkü karakterleri yoktu. Şu ana kadar gittiğim oyunlar arasında açık ara Leyla'nın Evi öndeydi. Hala gitmeyen varsa, kesinlikle gitmeli diye düşünüyorum.