27 Nisan 2013 Cumartesi

EDUCATING RITA


Bugün biraz eski bir filmden bahsedeceğim. Okulda bunu okuduğumuz için derste izlemiştik ve tahmin ettiğimden de iyiydi. Educating Rita, 1983 yapımı bir Willy Russell filmi. Yani Willy Russell yazmış senaryosunu. Önceleri oyun olarak vardı ancak sonradan filmi çekildi. Belki hala oyunları bir yerde sahneleniyordur ya da tiyatro okulları sahneliyordur. 

Öncelikle asıl oyun senaryosuyla filmin farklılıklarından bahsetme ihtiyacı duyuyorum. Oyunda sadece iki karakter var: Rita ve Frank. Rita işçi sınıfından eğitimsiz bir kadınken kendini keşfetme isteğiyle Open University denilen bizdeki Açık Öğretim gibi bir şeye gidiyor. Burada öğretmeni Frank adında bir alkolik. Rita mükemmel bir şekilde çizilmiş bir karakterken aynısı filmde Frank için maalesef geçerli değil. Gerçi bunu karakteri anlama şekillerimize göre söylüyorum. Ancak oyunu okuduğumda aklımda filmdeki Frank değil de daha düşük öz güveni olan ve yeteneklerini henüz keşfetmemiş bir adam geliyor. Ancak filmde bu böyle değil de sanki Frank anarşist denebilecek, sisteme karşı bir öğretmen gibi yorumlanmış. Oysa oyundaki Frank sürekli içen ve sadece içtiği zaman cesur olabilen bir adam. Ayrıca oyunda sadece iki karakter varken filmde oyunda bahsi geçen diğer karakterler de var: Denny, Trish... Normalde oyunu yönlendiren önemli olaylar oyunda gözükmezken filmde o olaylara da yer verilmiş ki bunun yapılması oyunu daha iyi anlamamı sağladı.

Şimdi oyunculara geçelim. Sadece ikisinden bahsedeceğim: Frank rolündeki Michael Caine ve Rita rolündeki Julie Walters. Frank daha az baskın bir karakter olduğundan ondan başlayalım. Film bize göre baya eskilerde olduğu için oyuncuları tanımıyoruz elbette. Bu yüzden Michael'ın Batman'deki Alfred olduğunu öğrenince çenem düştü. Ancak filmde Frank nasıl yorumlanmışsa Michael Caine de hakkıyla rolünün üstesinden gelmiş. Her ne kadar kafamdaki Frank karakterine bir türlü oturtamadıysam da filmin yorumlanışına göre gayet de aşık olunacak bir adam olup çıkmış. Nedense 80lerde kadınların bu filmi izlediklerinde Caine hastası olduklarını düşünüyorum.

Julie Walters'a gelince... Ah, Harry Potter'ın Molly'si, Mamma Mia'nın minik Rosie'si... Harry Potter'la büyüdüğümden açıkçası Molly de annem gibi olmuştu ve Julie Walters'ı bu kadar genç görmek sanki annemin gençlik fotoğraflarına bakmak gibi oldu. Imdb'ye bakınca çığlık attım resmen. Hala afişe baktıkça içim gidiyor nasıl böyle bir şey olabilir diye. Ancak Julie Walters'ı Take A Chance On Me performansından sonra bunda gördüm ya... Filme dönersek Rita'nın garip garip konuştuğunu, yamuk yumuk bir İngilizcesi olduğunu görebiliriz ve Walters da öyle güzel yapmıştı ki rolünü. Her şeyiyle mükemmeldi.

Film hakkında başka bir şeyden bahsetmeyeceğim ancak hala izlemediyseniz gerçekten izlemeniz ve alıp okumanız gereken bir yapıt.

"There must be better songs to sing than this..."

24 Nisan 2013 Çarşamba

KICK-ASS

Bugün size 2010 yapımı ancak yeni izlediğim bir filmi yazacağım: Kick-Ass.
Öncelikle Chloe Grace Moretz‘e sapıklık derecesinde olmasa da çok büyük hayranlığım bulunduğunu söylemek zorundayım. O kızla aynı yaşta olmak, hatta kızın benden sadece 9 gün küçük olduğunu düşünmek beni öldürüyor. (Burada bir deyim kullanmayı amaçlamıştım ancak İngilizce yazı yazmaktan deyimlerimizi unutmuşum, Allah belamı versin.) Chloe’yi Dark Shadows‘da görmüştüm ilk. Sonra filmlerini izlemeye başladım. Gerçekten yaşına göre çok iyi bir oyuncu. İnsanların Hit-Girl’e neden böylesine aşık olduklarını önceden bilmiyorum ancak şu saniye saçımı mora boyatmayı bile düşünüyor olabilirim. Filmi izlemeye başlayınca ne zaman gelecek bu kız diye düşündüm durdum ancak gelince mal gibi kaldım. Baktım ki minicik bir şey bu. Sonra benimle aynı yaşta olduğunu hatırladım, filmin 2010 yılında çekildiğini hatırladım yani Chloe 13 yaşındaydı. Allahım kıza bak on üç yaşında neler yapıyor… Bir de bana bak. Krizler, krizler. Bu arada ikinci filmde baya büyümüş olarak karşımıza çıkıyor ve aşırı güzel bir kız. “Game on cock suckers.” deyişini unutmayın bu kızın.
Evan Peters‘la devam etmezsem günah işlemiş olacağımı düşünüyorum.American Horror Story‘de tanıştım psikopat Tate bu sefer çok önde olan bir karakter değildi. Hatta öylesine duruyordu. Esas oğlanın yakın arkadaşı olduğu için filmde pek bir etkisi yoktu, zaten ikinci filmde yokmuş. Öğrendim ve üzüldüm. Hit-Girl’le mükemmel olurlardı.
Lyndsy Fonseca‘yı ise esas oğlanımızın aşık olduğu ancak ulaşamadığı güzel kız rolünde görüyoruz. Onu Nikita‘da sürekli insanları döverken görmüşken böyle bir filmde ancak bilgisayar karşısında ağlaması bünyeme ağır geldi. Ben de ağladım o sahnelerde. En romantik, en acıklı filmlerde ağlamayan ben Kick-Ass’de kıçımı yırttım, evet.
Red Mist rolündeki Christopher Mintz-Plasse o zamanlar kaç yaşındaydı bilmiyorum ancak şu an imdb sayfasına bakıyorum ve hayvan gibi. Ya yaşını küçük gösterdiler filmde ya da üç yıl içinde üç kat falan büyüdü adam. Filmde aşırı gıcık oldum itiraf edeyim, çok da beğenmedim çünkü genelde boş boş bakmaktan ve kapı dinlemekten başka bir iş yapmıyordu. Ancak ikinci filmde karşımıza The Motherfucker diye çıkacak ve fragmandaki halinden baya umutluyum.
Filmin başında kafamı masaya çarpa çarpa güldüğüm kişi Nicolas Cage‘di. Ancak karakteri ne şaka yapan ne de bir komik hali olan biriydi. Yarıla yarıla güldüğüm şey bıyık-sakal karışımı şeylerdi. Hatta arkadaşıma “Şu filmi izle Nicolas’ın bıyıklarına ağlayacaksın.” dedim. Normalde onu hep baş rollerde görmeye alışık olduğumdan burada biraz garip geldi. Bu arada filmde Batmankostümünde Big Daddy‘yi oynuyor. Size de emin olmadığım bir bilgi vereyim, emin değilim ama haberiniz olsun: Sanırım Batman rolü için Cage’e teklif göndermişler ancak rol için doğru olmadığını söyleyip geri çevirmiş. James Bond rolü için de olabilir. Her neyse… Eğer adamın içinde kaldıysa bu filmde Bid Daddy’yle Batman olayını da çözmüş oldu.
Filmin baş rolü olmadan kapatmayacağım yazıyı. Hatta biraz daha uzun yazmayı planlıyorum. Aaron Taylor-Johnson filmimizin esas oğlanı Dave/Kick-Ass olarak karşımıza çıkıyor. Genelde hiç oyunculuğa bakmadan filmlerde bir karakteri sevip sevmemeyi tipine göre belirlediğim için filmin başında pek ısınamadım. Ancak Dave bir bıçaklandı, o zaman öldüm bilgisayarın başında. Big Daddy’yle yakalandıkları zaman ağlamaktan gebertsem de kendimi filmin sonunda bir bakmışım, “Çok tatlı buuu.” diye bağırıyorum. Yine de adam gibi bir yönden bakacak olursak böyle bir gençlik filmi için çok doğru bir seçim olmuş. Hatta gençlik filmini klasik kategorisinden çıkarıp gerçek bir kahramanlık filmi yapmış. İkinci film için fragmanda doğru gördüysem baya kas yapmış. 
Oyuncuları bitirdiğime göre aklımda kalan diğer şeylere geçebilirim. Öncelikle filmde aksiyon ve heyecan asla düşmüyor. Genel olarak aksiyon filmlerinden nefret ederim ancak Kick-Ass bu sahnelerde insanı hiç sıkmıyor. Aksine çığlık attırıyor. Müziklere gelince açıkça söylemeliyim ki filmlerde Joan Jett‘in Bad Reputation şarkısının kullanılması yetti artık. Başka kick ass şarkı mı yok abi? Hayır, şarkı çok güzel evet ama her şeye de koyulmaz. Bir ölçü var. Sanırım filmle ilgili aklıma gelen tek kötü yön de bu şarkının kullanılmasıydı.
Bu arada ikinci filmde kadroya Jim Carrey katılıyor.
Basit bir film gibi gelebilir ancak film bittiğinde söyleyeceğiniz şeyi söylüyorum:
  • That was… fucking awesome!
“I always wondered why nobody did it before me. I mean, all those comic books, movies, TV shows. You think that one eccentric loner would’ve made himself a costume. I mean, is everyday life really so exciting? Are schools and offices so thrilling that I’m the only one who fantasized about this? Come on, be honest with yourself. At some point in our lives we all wanna be a superhero.”


THE HOST

Host
Normalde filmlerle ilgili olan yazılarıma önce Imdb’den puanımı vererek başlarım ancak Host beni korkunç derecede ikilemde bırakan bir film oldu. Twilightsıçışından sonra Stephenie Meyer‘in bir başka romanına karşı ön yargılıydım. Ancak Host ön yargılarıma küfretmemi sağlayan bir film oldu. Hatta yarıda bağıra çağıra arkadaşıma filmdeki oğlanlara ne kadar aşık olduğumu söylüyordum.
Normalde filmler hakkında pek profesyonelce yorum yapmam ama eksilere ve artılara değinirim. Bu filmde ona odaklanmam pek mümkün olmadı çünkü odaklanabildiğim tek olay Max Irons ve Jake Abel‘ın… Ne desem… Aşırı derecede mükemmelimsi tipleriydi. Bu film öyle Twilight gibi Team Ian ya da Team Jared oluşturulacak bir film değil, o yüzden ikisi de mükemmeldi demek istiyorum.
Ağzım sulana sulana bakmaktan kendimi çektiğimde gözüme çarpan birkaç olay olmadı değil. Tabi bunlar yine eksiler ve artılar olarak ayrılıyor. Öncelikle görsel efektlerin başarısına değinmem lazım. O ruh gibi şeyler çok güzeldi, özellikle onu ellerine aldıkları zamanki yakın çekim, parmak izlerine tek tek tutunması falan… Büyüleyiciydi tek kelimeyle.
Adam gibi bir şey bulamadım için oyunculara geçiyorum. Tabi baş rolle başlamamız gerekiyor, Mel/Wanda rolündeki Saoirse RonanLovely Bones‘da bu kızı cidden sevmiştim ancak hiçbir zaman feminen yönünü de ortaya çıkarabileceği bir baş rolde hayal edememiştim. İsmi bir garip okunan ablamız filmde gerçekten güzel bir iş çıkarmış bence. Hani, bilmiyorum, kötü düşündüğüm için kendimden utandım diyebilirim. Mükemmel olmasa da böyle bir rolün altından hakkıyla kalkmış. Karakteri durmadan öpüşse de buna bir şey diyemeyeceğim, öpüştüğü adamlar güzel çünkü. Bu arada çok sevgili Pelin arkadaşımın dediğine göre Mel halinin sesi önceden kaydedildiği için film boyunca kulaklık takmış ve ona göre cevap vermiş. Yani yönetmen ve ondan başka kimse bu sesleri bilmiyormuş. Duyduğu andaki mimikleri, her şeyiyle güzeldi bence. Bu arada geceliğinden nefret ettim kızın onu söylemem lazım. 
Bir de aşık olduğum Diane Kruger‘a geçelim. Hanımefendiyi Troy‘dan beri aşırı güzel bulduğum için bu filmde de hakkındaki düşüncelerim değişmedi. Yalnız o ruh kadından çıktıktan sonra gerçekten o kadar yaşlandı mı yoksa makyaj mı bilemiyorum ama birden çizgiler falan çıktı kızın yüzünde… Korkunç. Bu aradaEva Green‘e teklif göndermişler rol için. İyi ki de kabul etmemiş. O kadını hep kötü rollerde görmek… Yazık kadına.
Bu iki kişi bittiğine göre kaldı iki. Max Irons… Jared rolünde. Melanie’ye aşık.Red Riding Hood‘dan biliyordum ama imdb’ye bakana kadar anlamamıştım. Bir kaslanmış, bir şeyler olmuş, saçı açılmış falan. Bir güzelleşmiş bu oğlan. Cidden yakışıklıydı yaa. Bu arada Mel’e tokat attığı sahnede aslında tokat atmadı bildiğin gömdü, geçirdi falan. Bir de bir sahnede Pelin’e “Ohaaa, Jared’in poposunu gördüm.” diye bağıracaktım az kalsın. Allah özene bezene yaratmış maşallah, poposu da yüzü de gayet yerli yerinde. Bu arada biraz önce öğrendim Kit Harington rol için seçmeye girmiş. Seçilememiş. Git, sen Rose Leslie‘ye göster poponu. Max’in poposu seninkinden güzel. (Burada Rose Leslie ile sevgili olduğunu öğrendiğim Kit Harington’a olan sinirim görülüyor.)
Veee Percy Jackson‘ın kötü çocuğu ama Host’un Wanda’ya aşık olan çocuğuJake Abel‘a gelelim. Bunun tipi eskiden bu kadar iyi değildi ya… Dudakları falan bir güzelleşmiş. Pelin’le en sevdiğimiz oğlanın Jake olduğuna karar vermiştik ama Max Irons’ın poposu araya duvar örüyor sanırım.
Oğlanlara sulanmam da bittiğine göre kitabın yazarı Meyer hanıma geçebiliriz. Filmde gördüğüm tek eksi yön yine yazardan kaynaklanıyordu! Hep yazardan zaten, başkası yazsa bunu bir şey demezdim belki de. Şafak Vakti’nde de aynı şeyi yaptı bu kadın. Yemin ederim. Tam geliyor doruk noktası olacak yere, aptal aptal şeyler koyuyor kadın. Heyecan yaratamıyor yani. Olaylar alevli alevli başlıyor, filmin ve kitabın sonuna doğru alev söner gibi oluyor. Şafak Vakti’nde direk kül vardı elimizde, bunda ise sonda kıvılcımlar kaldı yine de. Meyer sen kitap yazma ablam… Fikirlerini söylesin, başkası yazsın bence kitapları. Yine de adil davranmadım. Bir dakika! Meyer’i bir konuda kutlamam lazım. Yine Bella gibi bir sümsük yaratmak yerine daha karakteri oturmuş biri, kendi doğruları olan bir kız yaratmış. Ellerinden öperim.
Filmi izleyin derim. Gerçekten güzel çünkü. Bence Imdb’de 7 puanı hak etti rahat bir. Her ne kadar 5.9 olsa da… Gerçi ben filmden ne anlarım. Ben yedimi vereyim, sonra ne olursa olsun.
“I, the soul called Wanderer, love you, human Ian. And that will never change, no matter what I might become.”


YEDİ KOCALI HÜRMÜZ



Evet, efendim… Bahsettiğim üzere Yedi Kocalı Hürmüz‘e bu akşam gittim. Türkiye’deki müzikal yoksunluğundan bu gittiğim ikinci müzikaldi. Ancak ne kadar müzikal diyebiliriz bilmiyorum, müzikal kategorisine koymak ne kadar doğru olur… Bilemem orayı çünkü sadece yedi tane şarkı vardı. Bunların ikisi filmde de vardı. El-Hubb ve Tanrım. (Sanırım adları öyleydi, tam hatırlamıyorum.) 
Müzikal hakkında duyduğum çoğu şey kötü yöndeydi… Ancak bu akşam tiyatrodan çıktıktan sonra fark ettim ki onlar bir bok bilmiyormuş. İnsanın bir şey hakkında karar vermesi için kendisi görmeliymiş. Ancak kötü yöndeki yorumların bazılarına katıldığımı söylemek zorundayım. Önce onlardan bahsedeyim de oyuncuları övmek için bol bol zamanım olsun.
Tüm oyuncuların ismini bilmiyorum, zaten izleyen herkesin de bileceğini sanmıyorum çünkü bir oyuncunun annesinden öğrendiğime göre bu grup amatörmüş ve Yedi Kocalı Hürmüz ikinci oyunlarıymış. Her neyse, eksilere dönelim. İnsanlar hakkında yorum yapmayı sevmem ama bunu söylemek zorunda olduğumu hissettim. Gözde Atılgan‘ın kilo alması lazım. Anoreksik olduğunu ciddi anlamda düşündüm ve bence oyuncu örnek alınacak biri olmalı. Anoreksik olmasa bile inanılmaz derecede zayıf. Bence kilo alması onu çok daha güzel gösterecek.
Bir diğer eksi ise bütçelerinin yoksunluğuydu bence. Bütçe az değilse bile az görünüyordu. Dekoru, sahne geçişleri, sahne arkası ekibi dökülen bir gruptu. Sahne arkası ekibi var mıydı bilemiyorum çünkü öldürücü derecede uzun olan sahne geçişlerinde Doktor rolündeki baya uzun ama yakışıklı olan Cemil Başdoğan durmadan dekor taşıyordu. Adam rol yapmaktan çok sahne geçişinde dekor taşıdı. Gerçi bütün ekip taşıdı ama Cemil Başdoğan bütün dekorlardan uzun olduğu için gözüme en çok o çarptı. Böyle ekiplerin daha çok desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum, en azından para yönünden.Bir de daha iyi bir sahnede olmaları çok daha iyi olur ancak biliyoruz ki böyle şeyler için yine para lazım.
Başka bir eksi daha vardı. Orkestra demek gelmiyor içimden, diyemem zaten, değil çünkü. Müzikalin müzik yönünü götüren dört müzisyen çok başarılıydı, bunu göz ardı edemem. Özellikle de keman çalan (adını bir türlü bulamadım) müzisyen çok yetenekliydi. Ancak şöyle bir eksileri vardı ki profesyonelliklerinde bir eksiklik gördüm. Oyun boyunca seyirciyle olsun, kendi aralarında olsun, duyulduklarının farkına varmadan konuşuyorlardı. Şarkıları çalarken de birbirlerine resmen bağırdılar bir ara. Bunu kesseler ve müzisyenlerin durması için daha uygun bir yer bulunsa daha iyi olabilir çünkü çalışma alanları dört sandalyeydi ve sahne-seyirci arasına sıkıştırılmışlardı. Aklıma bu kadar eksi geldi. Sanırım artılara geçebilirim.
Kızlar, erkeklerin gölgesinde kalmıştı. Bunu kabul etmeliyiz. Sahneyi pek doldurmuyorlardı. El-Hubb’da sahne boş kalmıştı resmen. Diğerleri ne ara dans edecek falan oldum bir ara. Ancak Eda Koca, Hürmüz olarak güzel bir performans sergilemişti. Safinaz rolündeki (sanırım) Fulya Kuz‘un performansı kızlar arasında en beğendiğim performanstı.
Sanırım hem rol alan hem de yöneten, ayrıca kostümleri ayarlayan Abdullah Yüksekcan‘dan da bahsetmeliyim. Bu kadar işi bir arada yapmayı başarsa bile daha gelişebilir bir iş çıkarmıştı. Yine de beğendiğimi söyleyebilirim.
Şimdi diğer kocalara geçebilirim. Reis rolündeki İbrahim Sevinç’i korkunç derecede Akasya Durağı’ndaki birine benzettim. Çok eğlenceli ve gerçekçi bir performans sergilemişti. Rüstem rolündeki Taylan Doğan… Ona gülmekten başımı kaldıramadığım sahneler oldu. Şu an adamın Facebook’una bakıyorum ve bıyık çok manyak yakışıyor. Ben bunların peşine düşerim de neyse. Doktor rolündeki Cemil Başdoğan‘a da değinmek istiyorum. O da çok güzel bir oyunculuk sergilemişti ve bana birini hatırlattı ancak kimi bilemiyorum şimdi. 
Ancak oyunculardan birine ayrı bir paragraf ayırmak zorundayım. Yusuf Kenan Adıgüzel… Karakterinin adını unuttum ne yalan söyleyeyim. Konuşması, hareketleri (özellikle kalça hareketleri), mimikleri ve her şeyiyle ortaya çok hoş bir karakter çıkartmıştı. Ona gülmekten ağladığım yeri hatırlıyorum ya… Tam tiyatrodan çıkıyorduk ve annem merdivenlerde onu övüyordu ki yanımızdaki kadın “O benim oğlum,” dedi. Bir anne daha ne kadar gururlu olabilir bilmiyorum. O kadar iyi bir oyuncu olan oğlum olsa ölürüm ben ona. Annesini tebrik edip kendilerine de tebriklerimizi gönderdik, umarım annesi unutmaz da söyler. Nolur unutmasın Allahım. 
Oyuncularıyla kurtaran bir müzikal olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Gerçek yeteneklerle dolu bir gruptu, umarım yolları açık olur. Çok başarılılar ve onlar için en büyük dileğim bu yeteneklerinin fark edilmesi. Tiyatro Türkiye’de risk demek ve bu insanlar gönüllerini koymuşlar. Sonuna kadar da hak ediyorlar. Şimdi karşılaştırmalara geçelim.
Öncelikle izlediğim bir diğer müzikalle karşılaştırayım… Fosforlu Cevriye. Fosforlu’nun daha kaliteli bir yapım olduğu aşikar. İkisini de ancak bu yönden karşılaştırabilirim zaten. Şimdi de filmiyle. (Türkan Şoray’lısını bilmiyorum.) Açıkçası Nurgül Yeşilçay dışında tiyatrosundaki oyuncuları döven birini göremiyorum filmde. Yapım olarak film basar ama oyunculuk olarak tiyatrosu … atmış yani. Başka da bir şey denmez buna.
Efendim…
Gerçek yetenekleri destekleyin ve gidip bunu izleyin.

BRAVE

Evet efendiim. Yine bir film yazısıyla karşınızdayım. Hayatımda yazmaya değer bir tane olay bile olmadığı için son zamanlarda film izleyip izlediklerimi de buraya yazıyorum. Aslında güzel oluyor, hiç fark etmeden… Yazacağım desem bir yazarım iki yazarım sonra bırakırım. Her neyse, konumuza dönelim. Bugün size En İyi Animasyon ödülünü almış olan Brave’i yazmaya çalışacağım. Aslında çok uzun zamandır izlemek istiyordum da bir türlü zaman bulamamıştım.Bugünse zaman yarattım ve Brave’i izledim.
Öncelikle filmin müziklerine değinmek istiyorum. İskoçya’da olduğu için bol bol gayda sesi duymak mümkündü filmde. Müzikleri aşırı derecede eğlenceliydi ve şarkıları da gerçekten güzeldi. İsmini bilmiyorum ama filmin başlarında Merida ormana ilk girdiğinde çalan şarkı çok hoşuma gitmişti. İkinci olarak ise akıcılığına ve süresine değinmek istiyorum. Filmin başta ne kadar sürdüğünü bilmiyordum ve bir baktım ki film bitmiş. Sadece bir buçuk saat sürüyor yani Sefiller gibi insanı ekran karşısında süründürmüyor. (Ki Sefiller de çok güzeldi.) Bu filmin ülkemizde de baya reklamı yapılmıştı hatırlarsanız. Beren Saat Merida’yı nasıl seslendirdi bilemiyorum ama filmi orijinal sesle izlemenizi öneririm çünkü seslendirenler karakterleri aksanlarıyla birlikte yansıtmıştı. Özellikle Merida’nın “No no no.” yerine “Nou, nou nou.” gibi bir şeyler demesi falan çok hoştu. Bir de Merida’nın saçlarına değinmek istiyorum. Son zamanlarda dikkatimi en çok çeken şey animasyonlarda baş roldeki kızın saçları oluyor. Tangled daha eski kalıyor ancak onda da Rapunzel’in saçlarının üzerinde çok duruluyordu. Burada da Brave’in saçları o kadar güzel o kadar gerçekçi yapılmıştı ki en karanlık sahnelerde bile kızın saçları hareketliydi.
Peki bu filme Oscar getiren olay neydi diye sorabilirsiniz. Akademi neye göre ödülü veriyor bilemem ancak Brave’i diğerlerinden ayıran ana unsur konusu ve mesajıydı bence. Günümüzde çoğu film klasik ilerler: Kız oğlanla tanışır… Bu sefer oğlan yok. Sadece kız var ve kendi hayatını bir oğlan için tehlikeye atmıyor. Kendini buluyor, ailesinin değerini anlıyor. İşte bu yüzden Brave’in çocuklara izletildiği kadar büyüklere de izletilmesi gerektiğini düşünüyorum. Mutlaka izlemenizi öneririm.
“There are those who say fate is something beyond our command. That destiny is not our own, but I know better. Our fate lives within us, you only have to be brave enough to see it.”


LES MISERABLES

Les Miserables’den/dan biraz önce çıktım. İsminin nasıl söylendiğini bilemeyeceğim için Sefiller demek daha iyi olur yazı boyunca. Romanı zaten okumayan biriyim. Sadece şarkılarını önceden duyarak gittiğim bir filmdi, mükemmel olacağını bekliyordum aslında çünkü Broadway’de gerçekten mükemmeldi. Yine de sinemalara da ses getirdi Sefiller.
Sanırım yazıya Oscar kazanan Anne Hathaway’le başlamak iyi olur. Açıkçası Anne Hathaway’in prenses rollerini gördüm çoğunlukla. Zaten çoğunlukla da öyle rollerdeydi tabi son zamanlar dışında. Sanırım filmde otuz dakika falan vardı ama şunu söylemeliyim ki bu otuz dakikayla kazandığı ödülün her santimini hak etmişti. Hugh Jackman’dan da bahsetmek istiyorum tabi ki. Bence sesi ve oyunculuğu harikaydı. Karakteri yüzünden adama aşık oldum sanırım. Russell Crowe’un karakteri Javert’in kendini öldürmesi için bütün film dua ettim anca sonunda öldürdü. Yalnız Russell Crowe mükemmeldi filmde, gerçekten sesi falan hiç beklemiyordum ondan. Cosette tahmin ettiğimden daha az vardı filmde. Thenardier isimli karakterin oyuncusunu tüm film boyunca düşündüm ancak Sacha Baron Cohen olduğu son anda dank etti. Helena Bonham Carter’la mükemmel bir ikili olmuşlardı. Normalde filmlere baktığımızda esas oğlan dediğimiz kişinin aşırı yakışıklı olmasını bekleriz (anca o zaman severiz esas oğlanı zaten) ancak Marius rolündeki Eddie Redmayne seyircinin kalbini yeteneğiyle kazandı. Şimdi efendim… Hatırlarsanız ve görmüşseniz Tumblr’da bir gif vardı tüm ekibin Oscar’da şarkı söylediği. Bir adam öyle bir geliyordu ki gife “Revolution doesn’t start til I come in.” yazmışlardı. İşte ben o adamı tüm film merak ettim. Sonradan öğrendim ki bu havalı adam Enjolras rolündeki Aaron Tveit dışında biri değilmiş. Bir de Eponine karakterini canlandıran Samantha Barks’a değinmek istiyorum. Nasıl güzel bir bayan kendisi öyle, nasıl sevdim belli değil. Ah bir de öyle bir kişiyi unutmuşum ki suçluluk duydum. Gavroche rolündeki minik Daniel Huttlestone. Bence tüm oyunculardan daha iyi rol yapıp daha iyi şarkı söyledi Daniel. Ölünce ağlamaktan canım çıktı. 
İkinci olarak filmin süresine değinmem lazım. İnsanlar çok sıkılmış bunu izlerken çünkü film yaklaşık üç saat ve şarkısız sahne yok bildiğimiz. Eh müzikal tabi olmaz ancak insanlar anlamıyor sanırım. Yavaş gittiği kesin filmin ancak film bitmeden çıkacak kadar değil. Bu insanlara cidden sinirlendim. Bir de yanımda ayı gibi esneyen bir adam vardı ki ağzına çakacaktım. 
Tabi bir de filmin mükemmel şarkıları vardı. Şarkılar yüzünden sinemada izlenecek bir film. Tabi evde izliyorsanız da kulaklık takarken izlemenizi öneririm çünkü oyuncular sesleri müthiş olmasa bile eargasm yaşatıyor insana.
Bu yüzden filmi izleyin derim. Sıkılırsınız belki ancak müzikallere ilginiz varsa (benim gibi) filmin tadına doyamazsınız.
Not: Bu arada filmi izlerken Russell Crowe’un Javert’ine orospu çocuğu diyen iki kızı kınıyorum.
“This is the land I fought for liberty, now when we fight, we fight for bread… Here is the thing about equality, everyone’s equal when they’re dead. ”


HÜKÜMET KADIN

Hükümet Kadın
Filme geç kaldığımız için başladıktan beş dakika sonra girdik. Bu yüzden anneme sinir olduğumdan baya somurtkan bir halde girdim salona. Ancak beş dakika sonra bütün salonla birlikte gülmekten ağlıyordum. İşin komedi kısmına bakarsak kalitesiz espriler değildi, hepsinin altında bir şeyler gizliydi sanki. İlk sevdiğim yönü bu bilinçli komedi unsuruydu. İkinci olarak sevdiğim şey ise kadının, filmde ne kadar yüceltildiğiydi. Kadın gücü o kadar iyi gösterilmişti ki filmin asıl vermeye çalıştığı şey de buydu bence kiii öyleydi zaten. O dönemde kadınlara yapılan davranış, hala devam eden davranışlar aslında, çok iyi yansıtılmıştı bence. Üçüncü olarak Demet Akbağ… O kadının karşısında eğilmek istiyorum. Bunu ancak filmi izleyince anlayabileceğinize inandığım için daha fazla devam etmiyorum. Yalnız filmde gözüme takılan ve aklımda eksi olarak kalan bir şey vardı. Senaryo müthişti, ona lafım yok ancak sanki bir boşluk hissi yarattı. Bir yerlerde koptu, gitti ellerden gibi geldi bana. Gerçi bu akış eksikliği filmin güzelliğini eksiltemedi. Aptal filmler yüzünden gözümde pek bir yeri olmayan Türk sinemasını böyle insanların (Sermiyan Midyat) böyle filmlerle yükseltmesi çok hoştu bence. 
“Bu dünya, senden olmayanlarla hoştur. Onların sana verdiği ilimlerle, kıymetlerle, gönüllerle hoştur. Sadece senin gibiler değil, senden olmayan da çok yaşasın ki, sen de yaşa. Hele bir de onun gözüyle gör şu fani dünyayı. Herkes beyaz olsa, o zaman beyazı fark edemezsin ki. Değil mi? Ve yahut da siyah. Beyaz en güzel siyahta belli eder kendini. Beni ben yapan yegane şey, benden olmayandır. O yoksa, sen de yoksun. Ne anlamın kalır ne rengin belli olur, ne de tadın.”


SILVER LININGS PLAYBOOK


Beş dakika önce Silver Linings Playbook’u izlemeyi bitirdim. Evet, yeni izledim, her neyse. Şimdi bu söylediklerim sadece bana göre o yüzden Hunger Games yorumumdaki gibi bazıları ateş püskürmesin lütfen. Öncelikle şunu söylemeliyim ki karakterler mükemmel, etraflarındaki toplumdan bir o kadar farklılar ama aynı zamanda bize o kadar çok benziyorlar ki… Filmi götüren şey bence karakterlerin hayata bakış açısıydı. Toplumun deliliğe bakış açısını gördüm, nedense bana Buzlar Çözülmeden’i hatırlattı. Ayrıca filmde bir diğer hoşuma giden şey yine benzerliklerle ilgiliydi. Olanlara bakıp “Bunlar sadece filmlerde olur.” diyebileceğiniz bir film değil ve etraftaki film çöplüğünde bu kesinlikle Silver Lining’i öne çıkarıyor. İnsanlara bir hayat felsefesi veriyor ve bu depresif dünyada insanların en çok ihtiyacı olan şey bu. Sonunda müzikle kalbini dışarı döken bir adam yok, uçan bir şeyler yok, gereksiz ve klişe sözler yok. Fazla söyleyecek bir şeyim de yok ama her Oscar adaylığını sonuna kadar hak ettiğini düşünüyorum. Bradley ve Jennifer’ın kesinlikle şansları var bence kazanmakta. En İyi Film dalında kazanacaklarını pek düşünmüyorum ancak hiçbir zaman iyi tahmin yapmam. Zaten film kazansa da hakkıyla kazanmış olur diye düşünüyorum.
Not Not Not: Jennifer tahmin ettiğim gibi kazandı ancak Bradley alamadı. En iyi film olarak da ödül alamadılar.